Diyarbakır’dan başlayıp İzmir’den geçen bir yolun içinden İstanbul’a ulaşan Mavi Neşe’nin 2006’da yayımlanan öykü kitabı Kar Beyrut Kar’dan sonra yayımlanan ilk romanıdır Soğuk Ses. 2006-2013 Diyarbakır-İstanbul notu düşülen 7 yıllık bir emeğin ince dokunmuş bir ürünü olan ve büyülü gerçekçiliği iliklerimizde hissettiren bir üslupla kaleme alınan roman; masala, şiire ve İkinci Yeni’ye selam duruyor aynı zamanda. Rilke’nin Cüzzamlının Şarkısı şiiri ile aralanıyor 4 perdelik kitabın hikâyesinin kapısı:
Cüzzamlının Şarkısı
Bak ve gör terkedilmiş biriyim ben.
adımı dahi bilen yok bu kentte,
…
Evimde sayılırım çıktığı sürece
tahtalarımın sesi; …”
Rilke
Ve yol boyunca Rimbaud, William Blake, Sohrab Sepehri, Hallac, Saint-Exupery’e rastlıyoruz, soğuk sese ses veren sözcükleriyle. Kitabının adının neden Soğuk Ses olduğunu anlatırken adeta bir sinopsis veriyor okurun eline Neşe:
“Çünkü Soğuk yokluğun karakteridir, yokluk soğuktur, hayatın olmadığı yerdir. Hayatın dondurulduğu veyahut varlığın olmadığı, askıya alındığı yer soğuktur. Soğuk ses duyulmayan sestir! Ses, tutsakların elindeki tek hamledir yaşama. En beter kâbuslarda sesinizin çıkmayacağını bilseniz de bağırırsınız, demek ki sesin bir kıymeti olduğuna inanıyoruz.” (Bianet)
Mavi Neşe kitabında gazetelerin üçüncü sayfalarına hapsedilmiş kadınların içinden geçiriyor okuru. Her biri kendi dünyasının sınırlarından çıkıp “vahdet”e ulaşıyor onun deyimiyle. Kadınların ve çocukların ortak kaderi olan erkek şiddetinin tüm sınırlarında gezinirken kimi zaman kahramanların “yarıkları”ndan düşüveriyor hikâyeye kendini kaptıran okur. Kendi deyimiyle “varlığın olmadığı, askıya alındığı” yerdedir bu kadınlar.
Önsöz niyetine bir “Kara Yazı” ile başlayan Neşe’nin romanı, okuru sırasıyla “Antre”, “Mutfak”, “Hol” ve “Kiler”den geçirip son söz niyetine “Ak Yazı” ile son olarak “Salon”a konuk ediyor. Kadınlara atanan ve sanki onların var oluşunun ayıbıymış gibi gösterilen tüm mahremi, mahrem denen olgunun insanlık tarihinin yani ataerkinin kendi ayıbını kapatmak için bulduğu en müphem kalıp olduğunu kulaklarımıza fısıldayarak faş ediyor.
Mekân olarak evin seçilmesi, kadınlara atanan en kadim alan olması açısından dikkat çekici. Koca bir “ev”rende kendilerine ayrılan dört duvarı zorlayan kadınların sesini bu “ev”renin bölümlerinden duyuyoruz.
“Ev nottur. Hayatın müsveddesidir. Bir türlü tamamlanmaz başsız ve sonsuzdur. Koşarsınız ve hep aynı yerdesinizdir… ev bir yuva efektidir.”
(s. 143, 144)
Kırılmış çocuklara ve kadınlara ithaf edilen roman kişileri; Kapıcı Latife, Barcı Kerime, Tavuk Adalet, Sebzeci Arife, Doktor Nezaket, Temizlikçi Neşe, Reşya Işık bir bir belirirler bu sonsuz “ev”renin mutfağında. Kendilerini tanıtırlar, iç içe geçecek olan ön hikâyelerini anlatırlar kendi dillerinden. Ataerkil tarihin yedi günahının nesnesi olarak; oburluk, kıskançlık, kibir, tembellik, öfke, şehvet ve hırs bize “erk”in kara dilinden eşlik eder roman boyunca. Bu günahların arınma nesnesi olarak üçüncü sayfaların tarihine gömülen kadınların ve çocukların sesidir soğuk ses. Sahiplenmenin, horlanmanın, tecavüzün sağ kalanlarıdır onlar. Bölünmüş bir yaşamdan yeni bir yaşamak üreten, failin karanlığından kurtulup kendi seslerini bulan kızkardeşlerdir onlar. Öylesine bir kardeşliktir ki bu; zaman zaman birbirlerinin sesini boğsalar da hikâyelerinden fırlamak için, kimi zaman öz savunma hakkında buluşur, kimi zaman birbirlerine olan anlamlandıramadıkları yadırgamanın içinden kadim kızkardeşlik bağını hatırlayarak haykırırlar birliğin güçlü sesiyle.
Roman türler arası sınırları zorlarcasına kabından taşıyor adeta. Yer yer hayattan yansıyan kısa filmlerin içinde bulurken, yer yer de küçücük bir sahneye sıkışmış onlarca dekor arasında görüyoruz roman kahramanlarını. Bazen bir masalın belirsiz ikliminden geçen çocuklar ve kadınlar gülümsüyor bize soğuk bir sesin arkasından. Haysiyete yazılan bir şiirden bir “fahişe”nin sesini duyuyoruz, “ucuz kadın” olmaktan bıkıp gülüşünün bile bedelini isteyen hür bir kadın karşılıyor bizi. Kimi zaman da istismarcının, tacizcinin, tecavüzcünün öyle tenha sokak aralarına saklanıp kirli elleri ile bize saldıran, adeta gerçek hayatta yokmuş gibi gösterilen görseline inat evimizde, yanı başımızda, hattâ bizi hayata dölleyecek kadar yakınımızda olduğunu gösteren soğuk bir belgesel oluyor Neşe’nin romanı.
Toplumsal cinsiyetin rollerine kahramanlarının dilinden meydan okuyor:
“Anaç değilim ve bu bende hiçbir şey uyandırmayan, gördüğümde neye karşılık kullanıldığını bildiğim diğer kelimeler gibi bir etki uyandırmayan sözlüklerdeki onlarca kelimeden biridir.” (s. 90)
“Erkeklerden tiksinmemin yegane sebebi kadınlara ve çocuklara zorla yaptırdıkları her şeydir… Severek öldürmek onların eski icadıdır.” (s. 91)
Asla bir kırgınlığın, mağduriyetin ve teslimiyetin romanı değil Soğuk Ses:
“Bazıları zulme uğramamak pisliği beslememek için ondan kaçar, ona alet olmamak için! Kimisi kaçma gücünden de yoksundur ve zulme uğrar. Bu iki güçsüzlüğün dışındakilere Allah, ‘zulme uğramayınız, zulme uğramış olarak gelmeyiniz,” diyor. Elbette mücadele etmeli diyorum…” (s. 66)
Kadınları mücadeleye, birlikte olmaya, kızkardeşliğin gücüne inanmaya yani kendi deyimi ile “vahdet”e çağırıyor. Olaylar kara bir romanın soğuk sesinden yansısa da belleklerimize, sonuç bu kıskaçtan kurtulmanın yoluna işaret ediyor.
“Karıncalar yerin altında ülkeden ülkeye ve kuşlar gökyüzünde okyanus ötelerine ve balıklar suyun sızabileceği her yere taşıyacak kehaneti.”
Deniz Devrim Şahin – edebiyathaber.net (3 Nisan 2018)