Özlem Yanmaz’ın kalemiyle, Edebiyatist dergisinde yazdığı öyküler aracılığıyla tanıştım. Bu öykülerde, yazarın kendine has oluşturduğu öykü evreni ve duru anlatım tarzı dikkatimi çekmişti. Daha sonra Bavul ve Varlık dergilerinde de karşılaştım Yanmaz’la. Özellikle, Varlık’taki bu değerli rastlaşma beni onu daha çok tanımaya itti. İşte, böyle karar verdim Kırk Birinci Evin Banyosu’na misafir olmaya. Özlem Yanmaz zaten bizi çağırıyordu. O yüzden davetsiz bir misafir sayılmazdım bu kırk birinci evde.
Yanmaz’ın, on altı öyküden oluşan bu ilk öykü kitabı, 2021 yılının Haziran ayında Edebiyatist Yayınevi’nin YazarEvi Özel Koleksiyonu’ndan çıktı ve çok geçmeden ikinci baskıyı yaptı. Yanmaz, kitabındaki ilk öyküden itibaren onun yazını hakkındaki düşüncelerimi yanıltmadı. Hatta beni her zamankinden daha çok sarıp sarmaladı. Yazar öykülerinde, genel olarak, günümüz dünyasının ve yönetim sistemlerinin, sözümona insan refahı ve sağlığı için dayattıklarının sosyal, duygusal ve ekonomik etkilerini, çoğunlukla iş gücü altında ezilen bireyi merkez alarak irdeliyor. Bu bağlamda; Çip, Ağrı Merkezi, Stop, Bip, Otuz Dakika, Mahcup Olma Müessesesi öyküleri ön plana çıkıyor. Yoğun iş temposu altında çalışmak zorunda kalan, patronunun hoşgörüsü kendi işinin halledildiği yere kadar olan bir insan hayata nasıl dur der? Stop öyküsündeki kahramanımız sağlığının teklediği yerde durabiliyor ancak. Peki biz de zaman zaman kör kalmıyor muyuz burnumuzun dibinde olup bitenlere? Akıntısına kapılıp gittiğimiz telaşlı hayatlarımızda, her gün gözümüzün önünde yaşananlara karşı bir duyarsızlık geliştiriyoruz çoğu zaman.
Bip öyküsü bize markette çalışan bir kasiyerin yaşamından bir kesiti sunarken farkındalığımızı belki daha önce hiç düşünmediğimiz bir yöne çekiyor. Markete her gittiğimizde karşılaştığımız kasiyerlerin dalgalı düşünce dünyasının içine giriveriyoruz rahat yerimizde otururken. Çoğu zaman bir ‘merhaba’yı, ‘kolay gelsin’i bile esirgediğimiz insanın, saatlerce oturmak zorunda kaldığını, müşterilere hoş görünmek için hep gülümseme maskesi takmak zorunda olduğunu, akşamları en büyük eğlencesi dizileri bile izleyecek takati kalmadığını aklımızdan bile geçirmiyoruzdur. Üstelik, beyninde sabah akşam yankılanan bip sesleriyle kasadan geçirdiği ürünler belki de onun ancak hayallerinden geçiyordur. Otuz Dakika öyküsünde, pandemiyle hayatımızın içinde daha çok var olmaya başlayan kuryelerin, bir motosiklet üzerinde süregiden heyecanlarının akışına kaptırıyoruz kendimizi. O pizzayı sıcak yetiştirme zorunluluğunun peşi sıra sürükleniyoruz biz de. Bu öyküdeki kurye kahramanımız, diğer öykülerdeki karakterlerin adına da sesleniyor: ‘‘Onlar o kadar görmeyince benim bile var olmadığıma inanasım geliyor bazen.’’ Ve Yanmaz’ın duyarlı kalemi sayesinde, yanından öylesine geçip gittiğimiz insanların günlük rutinine bir öykü süresince ortak olarak, zor koşullarda bize hizmet etmeye çalışanlara bir dönüp bakma ihtiyacı hissediyoruz.
Mahcup Olma Müessesesi’nde harçlığını çıkarmak için anketörlük yapmak zorunda kalan bir üniversite öğrencisinin dünyasına konuk ediyor bizi yazarımız. Gazı Kapatmayı Unutma’da bir çöpçünün nelere özlem duyabileceğini anlamaya çalışıyoruz. Hiç aklımıza gelir mi yaptığı iş yüzünden kızına sarılamayan bir baba olsun? Otuz yılın sonunda artık koku duyusunu yitirmiş yüreğindeki özlemlere bir yenisini eklenmiş bir adam… ‘‘Sımsıkı sarılsa Melikem, koşup boynuma atlasa Zeynebim… Şöyle içime çeke çeke koklasam…’’
Çip ve Ağrı Merkezi distopik havasıyla diğer öykülerden ayrı bir yerde dursa da, bu iki öyküde de maddi olarak güçlü olanın güçsüzü her zaman ezebilme yetisine sahip olduğunu görmek bir yana, ezilen kesimin de bu kurbanlık duruma alıştığı ve artık özgür bir birey olmak istemediği bir evrenin içine giriyoruz. O kadar ki sevmek gibi para pulla işi olmayan yüce duygulardan biri bile insanlar tarafından ‘‘sınıflar arası’’ bir tehlike olarak görülüyor. Sırf alışılan düzen bozulmasın diye, istikrar elden gitmesin diye… Ama bu kötücül duyguların istikrarı. Robotlaşmanın, makineleşmenin istikrarı… Bu dönen çark gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır ederse Çip ve Ağrı Merkezi’ndeki geri dönüşsüz yollarda bulabiliriz kendimizi. Dahası, Madde ve Şerit öykülerinde olduğu gibi artık karar mekanizmasını yitirmiş; atacağımız her adımı sosyal medyada, orada, burada gördüğümüz ne yapılması gerektiğini direktifler halinde bize belleten kurallarla belirleyen bağımlı insanlar halini alırız. Yanmaz’ın kalemi ile dile gelen bu öykülerde artık ‘‘madde bağımlılığının’’ yeni bir tarifi var. ‘‘Ne bileyim, sevgilimle bir ara verir gibi olduk diyelim, bir hafta oldu, ikimiz de aramıyoruz sormuyoruz. Maddelerle biliyorum ki böyle durumlarda ilk arayan kaybeder, çatlasam da aramıyorum, tutuyorum kendimi.’’
Günümüz modern dünyasında gittikçe bireyselleşen insan kaçınılmaz olarak yalnızlaşıyor. Üstelik, bu yalnızlığın illa sözlük anlamında olması da gerekmiyor. Hayat arkadaşımız, sadece anne karnını değil bir genç olarak artık evimizi paylaştığımız kardeşimiz, çevremizi saran iş arkadaşlarımız, dostlarımız… Bazen içimize işleyen yalnızlığın ne çevremizdekiler farkında oluyor ne de insan bunu itiraf edecek cesarette… Çöp öyküsünde dağılmış bir yuvanın, bir zamanlar mutluluğu ölümsüzleştireceğine inanılan çerçeveli kanıtı günlerce çöpte bekliyor, günlük telaşta olan insanlar defalarca bu çöp olmuş kanıtı görüyor ama dikkat bile etmiyor. “Önce gözlerindeki ışıltı, sonra gülüşler, sonra bakışlar, en son bedenler ayrılmış çerçeveden. Görüp içten içe sevinen de olmuştur. Sadece biz değiliz işte bak diyenler. Bizden beteri var hissinin hastalıklı keyfini duyanlar. Başkalarının kirleriyle kendilerini temize çekenler.” Öykü kahramanımız, sanki bu resmi çöpten kurtarsa, bunca yılın hatırına kendi evliliğine de saygısı artacaktır. Tek öyküsünde yitirilen eşin yasını tutmayı bile çok gören hayat vardır genç bir kadının karşısında ve bir çorap teki ile tutunmaya çalışır yalnızlığına. Her insanın bir cana ihtiyacı vardır kuşkusuz ama, Can öyküsündeki gibi, bizi cansız bir ‘‘can yoldaşı’’na tutulacak kadar çevreden uzaklaştıran nedir? Eşikte öyküsünde, belki de en çok cinsel tercihi yüzünden gerçek benliğini saklayan ve bir yandan iç dünyasıyla mücadele ederken diğer yandan maddi sıkıntılara da göğüs germek zorunda kalan bir gencin duygusal yörüngesine kapılıyoruz. Sevdiğini hayal ederken bile maddiyat sızıyor anılarına: ‘‘Sırtını duvara verip kendini yeniden bırakırken Oğuz’un dediği geldi aklıma: ‘Kışın tişört giyecek kadar zengin olmak istiyorum.’ ’’
İnsanın kendi bencil dünyasında yarattığı korkularının, çıkmazlarının yanı sıra yaşamın bize acı sürprizlerinin de olabileceğini Koku ve Mesafe öyküleriyle hatırlatıyor bize Yanmaz. Ve bu acılar yine ancak dayanışmayla biraz hafifliyor. Yani, her koşulda insan insana ihtiyaç duyuyor…
Gelelim kitabın başlığı ile aynı adı taşıyan öyküye… Kırk Birinci Evin Banyosu… Ayrılıkla törensel bir havayla başa çıkmaya çalışan bir kadının öyküsü. Bir yıldır kurtulmaya çalıştığı duygusal enkazdan, kırk mutlu evden aldığı taşları, ritüelinin kırkıncı gününde kendi banyosunda kullanarak kurtuluşu bulacaktır belki. Bu öykü, günümüz ilişkilerinin yüzeyselliğini, duygulara ayıracak yer ve zamanın olmayışını sorgulatıyor okura satır aralarında. Bir anlamda, sorumluluk üstlenmeyecek şekilde, maddeler halinde planlanan bir hayat modern insanın karşısındakine yüklediği…
Şunu söylemeliyim ki Kırk Birinci Evin Banyosu, dil ve anlatım bakımından kitaptaki diğer öykülerden daha farklı bir yerde duruyor bana göre. Temponun genelde çok yüksek tutulduğu diğer öykülerin aksine, Kırk Birinci Evin Banyosu, ritüellerini tamamlamak için kırk gün ayırmış olan kadının acele etmeyen ruh haline uygun bir biçimde ilerliyor.
Yanmaz duygusallığa girmeden, yazar sesini hiç duyurmamayı başararak anlatıyor yüreğinden kopup gelenleri. Sert yaşanmışlıkları kırılgan olmayan yumuşak bir dille aktarıyor. Okuru aktif olarak öykünün içine davet ediyor. Böylelikle, okuyucunun farkındalığını arttırıp, daha ‘‘rahat’’ bir dünya için bize dayatılanları sorgulamamıza vesile oluyor. Kitabı bitirdiğimizde daha fazla soru işaretleri barındıran cümleler kurmaya başlıyoruz. Lessing, ‘‘Bence yazarın görevi, okura soru sordurmaktır,’’ diyor. Sanırım ‘‘iyi edebiyat’’ın en önemli işaretlerinden biri bu. Anlatılanların etkisi, insana yavaş yavaş zerk ediliyor. Yine biz ayırdına bile varmadan kana karışıyor. İşte, Yanmaz’ı özgün kılan da bu anlatım tarzı.
Sonuç olarak, kırk birinci evde bir misafir olarak rahat ettim, bir okuyucu olarak rahatsız oldum. Bundan daha keyifli bir edebiyat yolculuğu olur mu?
NOT: Bu yazı, 3-19 Ağustos 2022 tarihleri arasında, Bursa Nilüfer Belediyesi desteğiyle Gölyazı’daki Yazı Evi’nde kaldığım sürece kaleme alınmıştır. Bursa Nilüfer Belediyesi’ne teşekkürlerimi sunarım.
edebiyathaber.net (29 Ağustos 2022)