Kısa ama uzun öykülerin kitabı: Baştankara | Şule Tüzül

Haziran 24, 2019

Kısa ama uzun öykülerin kitabı: Baştankara | Şule Tüzül

Bazen Hayat’ı geçen sene okuduğumda Sine Ergün’ün kısacık öykülerine hayran kalmıştım. Onun penceresinden yaşama bakmak edebiyat tadı yoğun, keyifli ve heyecan vericiydi. Aynı heyecanla başladım Baştankara’ya. Daha ilk öyküde o pencereden görünen dünyayı görmek okur olarak memnuniyet verici. Dahası, Sine Ergün biraz daha öteye taşımış anlatımını; gerçekle gerçeküstünün ustaca birbirine harmanlandığı öykülere imza atmış Baştankara’da.

Ergün, internetten izlediğim bir söyleşisinde öykülerini önce uzun yazdığını, sonrasında kelime ve cümleleri olabildiğince çıkarta çıkarta yol aldığını söylemişti. Öykülere baktığınızda görüyoruz ki ne eksik ne fazla var, titiz bir çalışmanın sonucunu var karşımızda. Öykülerin kısalığı anlatımın gücünün en önemli parçalarından biri. Öyle ki, kullandığı kelimelerin ötesine geçiyor her öykü, kelimeler sadece bir araç, okura sadece bir şeyleri hatırlatmak için var. Hayatın aynı yollarından, aynı dehlizlerinden, çukurlardan, tuzaklardan, aynı yıkıntılardan geçen, aynı kederi, hayal kırıklıklarını ve benzer heyecanları paylaşan okura bir şeyleri hatırlatmak için…

“Kente döndükçe buluşur, görüşmediğimiz zamanlarda neler yaptığımızı konuşurduk. Nasılsın, değil, ne yaptın, olurdu soru. Kişi bir tek devinim halinde anlamlıymış gibi.”

Bazen Hayat’ın öyküleri için her biri bir fotoğrafa benziyor demiştim. Kadrajın içini değil dışını anlatan öyküler. Aynı benzetme Baştankara için de geçerli. Kamerayı yaşamdan seçtiği bir kareye yöneltiyor Sine Ergün. Kompozisyonu, açıyı, konuya ne kadar uzak ya da yakın duracağını, nereye odaklanacağını ayarlıyor, deklanşöre basıyor. Yaşamın o minicik bir parçasından koca bir hayat anlatılıyor.

“Bellek insanı temize çıkarmak için neler siliyor, kim bilir.”

Ezen ve ezilenlerin, insan ya da hayvan ya da doğanın sömürüsü üzerinden kurulmuş bir sistemin hâkim olduğu bir dünyada, her birimiz o çirkin dünyayı olabildiğince güzelleştirmeye, tahammül edilir hale getirmeye çalıştığımız kendimize ait minik minik dünyalar yaratıyoruz. Bazen o korkunç sistemle bazen diğer güzel küçük dünyalarla kesişen. Sine Ergün’ün öykülerinde o minik dünyaları paylaşıyor. Okuru dünyaya Sine Ergün’ün baktığı pencereden bakmaya davet eden öyküler. O pencereden baktıkça kendimizle, hayatla, bildiklerimizle, bilmediklerimizle karşılaştığımız öyküler. Yaşamlarımızda var olan ama ancak bir öyküde karşılaştığımızda adını koyup varlığını fark ettiğimiz şeylere dair öyküler.

“Buralarda bir masumiyet, bize ait bir şeyler kalmış olmalı, dedim kendime, yoksa niçin bu buruşuk mendil, bu su şişesi, levye. Niçin yoksa bunca acıtalım birbirimizi.”

Yaşarken pek fark etmediğimiz, geçip gittikçe unutulan birçok minik detay, bir bakış, dokunuş, bir anlık görünen bir gülümseme, çoğu zaman uzayıp giden bir sessizlik, bugünü var eden ve bizi biz yapan şeyler. İşte onlar var bu öykülerde.

“Neden sonra babama, Ne yapacaklar ona, diye sordu. Babam, Öldürürler herhalde, dedi. Bu olasılığın farkındaydım. Ne ki bu denli rahat ifade edilmesi bana ölümün kendisinden ürkütücü gelmişti.”

Ne garip; kitaptaki öykülerden daha çok kelime sarf ediyorum, yine de onları anlatabildiğimi düşünmüyorum. Sine Ergün ise kısacık öykülerde çok uzun hikayeler anlatıyor, bir çırpıda. Kitabın arka kapak yazısında “konuşulacak bir öykü kitabı” deniyor kitap için. Çok doğru bir tanımlama çünkü her bir öykü bitiminde insan bu öyküleri başkaları ile paylaşmak ve uzun uzun konuşmak istiyor, o kadar yoğun bir etki bırakıyor okur üzerinde.

“İlişki olmayan ilişkilerin kuralları ilişkilerden daha keskin ve belirlidir.”

Adını koyamadığınız şeyler vardır yaşamınızda. Baştankara’yı okuduğunuzda yine adını koyamayacaksınız, ama daha iyi anlayacaksınız onları…

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (24 Haziran 2019)

Yorum yapın