Bulgar yazar Miroslav Penkov’un ülkemizde yayımlanan ilk eseri olan Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke, sekiz öykünün yer aldığı bir öykü kitabı. Amerika’da yaratıcı yazma dersleri alan Penkov, başta Salman Rushdie olmak üzere birçok yazarın övgüsüyle karşılaşmış ve öyküleriyle çeşitli ödüller kazanmış. Yaşamını Amerika’da sürdüren yazar, kendi dilinde yazmıyor olsa da Yüz Kitap tarafından basılan bu eserinde; yaşadıklarından yola çıkarak ülkesinin hem geçmişine hem de bugününe bakıyor ve otobiyografik denebilecek bir öykü dünyası yaratıyor.
Benim bu yazıda Batının Doğusu’nu kişisel bir bakış açısıyla değerlendirecek olmamın nedeni Penkov gibi Bulgaristan’da doğmuş olmam. Üç yaşına kadar orada yaşadıktan sonra Bulgaristan’daki birçok Türk gibi 1989 yılındaki zorunlu göç sırasında ailemle birlikte Türkiye’ye gönderildim. Penkov ise çocukluğunu, gençliğini ülkesinde geçirmiş ve üniversite eğitimi için Amerika’ya gitmiş. 1982 doğumlu Penkov’la aynı kuşaktanız. Ben göç sırasında üç yaşında olduğum için o yıllarda neler yaşandığını tam olarak hatırlamıyorum. Ancak akrabalarımızın bir kısmı çeşitli nedenlerle Bulgaristan’da kaldıkları için her yaz tatilinde onları ziyarete gittik, doğduğumuz topraklarla olan bağımız hiç kopmadı. Sevdiklerimize ulaşmak için sınırları aşmamız gerekiyordu, araya bazı engeller giriyordu; ama içimizdeki hasret ve özlem duygusu ağır bastığından yolumuz bir şekilde buraya düşüyordu. Penkov da aynı hissiyatla hareket ediyor olacak ki artık kendine bambaşka bir hayat kurmasına rağmen yazdıklarıyla kendi köklerine dönüyor. Bulgaristan tarihinin farklı dönemlerinde yaşanan olaylarla yüzleşiyor, anılarını ve belleğini tazeliyor, geçmişin acılarıyla ve yanlışlarıyla hesaplaşıyor. Kitaptaki bütün öykülerde Bulgaristan’dan ve Balkan coğrafyasından izler var.
Ötekileştirme, milliyetçilik, aidiyet duygusu, kimliksizleştirme gibi kavramların üzerinde durulduğu öykülerde tarihsel arka plan olarak Bulgaristan’ın Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı dönem, Balkan Savaşları, komünist rejimin yönetimde olduğu dönem ve komünizmin yıkılışından sonraki sancılı dönem kullanılmış. Bu dönemleri yaşayan insanları ise savaşlara gidip de dönemeyen askerler, çetelere katılıp arkadaşları tarafından sırtından vurulan komitacılar, sınırın iki farklı yakasında kaldıkları için bir araya gelemeyen âşıklar, torununa Lenin kitapları okuyan bir dede, olağanüstü yetenekleri olan ama yanlış bir yerde ve/ya zamanda dünyaya gelen bir çocuk temsil ediyor. Bu insanların hepsinin idealleri ve hayalleri var; ancak yüzyıllarca süren savaşlar, baskıcı yönetimler ve yoksulluk; onları arzu ettikleri yaşam biçiminden uzaklaştırıyor.
Penkov, bu farklı tarihsel dönemleri yansıtmak için geriye dönüş tekniğini kullanıyor. Örneğin kitaba adını veren “Batının Doğusu” öyküsünde “Yollarımızı şöyle kesişmişti:” (s. 39) gibi bir açıklama cümlesiyle öykünün başkarakteri Burun’un kuzeni Vera’ya nasıl âşık olduğunu anlatıyor. “Lenin’i Satın Almak”ta ise “Dedemin çektiği çileler kısaca şöyleydi.” (s. 69) şeklindeki girişle dedenin hayat hikâyesi torunun bakış açısından aktarılıyor. Yazar, okurların Bulgaristan’ın tarihini bilmediklerini düşünerek bu tarihi bilgileri paylaşmayı uygun görmüş. Ancak göstermekten çok, anlatma tekniğiyle verilen bu kitabi bilgiler, kimi zaman öykünün odak noktasından uzaklaşmanıza sebep olabiliyor. Bu kurgusal zaafa rağmen yazarın sadece geçmişi anlatmak için bu öyküleri yazdığı söylenemez. Penkov, bugünden geçmişe bakarak yorum yapıyor. Bir ülkenin tarihini insan hikâyeleriyle birleştirerek ele alıyor. Bize çok yakın bir coğrafyada neler yaşandığını anlayabilmek için bir kılavuz işlevi görebilir bu öyküler. Hele benim gibi okurken kendi yaşadıklarınızla yüzleşiyorsanız üzerinizde derin bir etki bırakacak, sizi hüzünlendirecek ve sarsacaktır.
Öyküleri taşıdıkları duygusal yoğunluktan kurtaran şey, yazarın mizahi dili. Hemen her öyküde yüzünüzü güldürebilecek ufak detaylar ve absürt durumlar var. Ülke insanının yaşadığı zorlukları anlatırken bile mizaha başvurabiliyor Penkov. Örneğin kitabın ilk öyküsü “Makedonya”da “Komünist Parti yine formunda, iş olanakları artmış, yoksulluk azalmış. Bulgaristan’ın muhteşem güreşçileri ülkemize yeni altın madalyalar kazandırmış. İyi geceler yoldaşlar, içiniz rahat uyuyun.” (s. 16) diyerek dönemin panoramasını çiziyor. Kitapta dille ilgili dikkat çeken başka bir unsur da “dyadka, sbor, rakia, terlitsi, parvak” vb. bazı Bulgarca kelimelerin yazılış biçimlerinin aslında olduğu gibi bırakılması.
Batının Doğusu’nda Bulgaristan dışında Makedonya, Sırbistan ve Amerika gibi ülkelerde geçen öyküler de var. “Lenin’i Satın Almak”, “Yuki’yle Bir Resim” ve “Devşirme” öykülerinde yazarın hayatından izler bulabiliriz. Bu öykülerde kahramanlar, yoksulluktan ve işsizlikten kaçıp Amerika’ya gidiyor ve orada hayata tutunmaya çalışıyor. Gözünü batıya çeviren bir göçmenin duygularının yansıtıldığı bu öykülerde aile ve memleket özlemi de varlığını hissettiriyor.
Kitapta bir Türk’ün hikâyesini merkeze alan tek bir öykü var: “Gecenin Ufku”. Burada kızının ismini Kemal koyan ve onu bir erkek gibi yetiştiren bir gayda ustasının hikâyesini okuyoruz. Diğer öykülerde Bulgarların Türklerden kurtulduğuna sevindiklerini sık sık belirten Penkov, bu öyküde tarihe ve gerçeklere ötekinin gözünden bakarak Bulgar olmaya zorlanan Türklerin yaşadıklarını anlatıyor. Todor Jivkov döneminden itibaren asimilasyona uğrayan Türklerin Bulgarlaştırılması süreci, 1984 yılında Türk isimlerinin Bulgarca isimlerle değiştirilmeye başlanmasıyla üst noktaya taşınır. Komünist rejim, mezar taşlarındaki isimlerin bile değiştirilmesini emreder. “Gecenin Ufku”nda Kemal’in yaşadığı köyün sakinleri, otobüslere doldurularak isim değiştirmeye götürülür. Kemal, kendisine gösterilen defterdeki isimlerden birini -Vyara- rastgele seçer. Başka bir isim alan bu genç kızın hayatı da artık eskisi gibi olmayacaktır. Kurgusal dünyada detaylı olarak yer verilen bu tarihi gerçeklik, benim de yakından bildiğim bir olay. Doğduğum yıl resmi olarak Türkçe bir isim alamadığım için kimliğime Silviya isminin yazılması uygun görülmüş. Yaşadığımız şehirde Bulgar nüfusu yoğunlukta olduğu için ailem Türk kimliğini gizlemek zorunda kalmış. Devam ettiğim kreşte de Sibel olarak değil, Silviya olarak sesleniyorlarmış bana. 1988 yılında ölen ve ismi Ömer olan dedemin mezar taşına da Bulgarca ismini yazmışlar. Bu durum, komünizmin çöküşüne kadar sürmüş.
“Gecenin Ufku” dışındaki öykülerde karşılaştığımız Türkler; zalim, gaddar ve adaletsiz olarak niteleniyor. Birçok öyküde Osmanlı hâkimiyetinin olumsuz etkilerinden bahsediliyor. “Makedonya” öyküsünün “Türklerden kurtulmamızdan tam yirmi yıl sonra doğmuşum” (s. 13) diye başladığı düşünülürse Bulgarlardaki Türk algısının pek olumlu bir karşılığı olduğu söylenemez. Kitap boyunca savaşın anlamsızlığını vurgulayan yazar, siyasetçilerin güç savaşında arada kalan insanların nasıl birbirine düşman edildiğini göstermeye çalışıyor.
Miroslav Penkov, “Batının Doğusu” öyküsünde “İnsanı toprağa ya da suya bağlayan şey neydi?” (s. 61) diye soruyor. Bu sorunun cevabını arayabilmek, her zaman batının doğusunda kalmış ve kendi kimliğini arayan bir ülke olan Bulgaristan’ın tarihine ve insan hikâyelerine yakından bakabilmek ve öteki olarak gördüğümüzü anlayabilmek adına Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke’yi okumak gerekiyor.
Sibel Yılmaz – edebiyathaber.net (16 Ocak 2018)