Yazıp bitirdiğiniz bir kitaba dönmek… Çok zorunlu olmadıkça yapmam bunu. Hele editörün elinden geçmişse göz atmakla yetinirim.
Geçenlerde, bir öğrencim, masadaki kitap çıktılarını görünce; “Aaa, sizin de mi kitaplarınızda düzeltiler çıkıyor!” diyerek şaşkınca sorular sormuştu. Ona, dilim döndüğünce anlatmış; her yazarın kitabının onarıma ihtiyacı vardır, iyi bir editörün elinden geçmelidir demiştim.
Evet, öyle dememe karşın; Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak kitabım yayınevinden önüme geldiğinde, bu kez, dikkatle okumaktan da kendimi alamamıştım. Editöre güvensizlik değil, kendi bilgilerimin zamanla eskimesi, değişmesi, yenilerle karşılaşmam ister istemez kitapta yer alan yazıları da onarmayı gerektiriyordu. Özcesi, kendini onaramayan yazar editörden medet ummamalı. İlk iş kendinden geçiyor yazarın ne olursa olsun. Gene de şuna inanırım, iyi editör, uyarıcı olmanın ötesinde dilin kurallarını da göstermesi açısından yazar için gereklidir. Ve iyi editörün yazara hep çağrısı vardır. Ki, editörü yalnızca bir “metin onarıcı”, yazarın yanlışlarını gösterici gibi de görmemek gerekir. Ama iyi editör… Altını çizmek isterim bunun.
Yazar olarak birkaç iyi editörle çalıştım. Şansım döndü diyemem, ama çok şey öğrendim.
İyi editör aslında keşfedendir. Sabırla o yazarın elinden tutup taşıyandır. Yayın yönetmeni bir teknik direktör ise, editörü de antrenör olarak görmeli. Editör asla masör değildir! Hele takım doktoru hiç değil…
Yayıncılığı futbola benzeten Dan Franklin haklı olarak şunu sorguluyor: “Yayınevlerinin vazgeçilmez olmasının nedeni ile dünyanın en iyi kulüplerinin en iyi futbolcuları istemesinin nedeni bence aynı: en iyi futbolcular en iyi takımlarda başarıya ulaşır. Bir futbol takımı, oyuncusuna destek (maddi, pastoral, lojistik), altyapı, taktik ve TANIM kazandırır.
Aynı şekilde bir yayıncılık şirketi de editoryal tavsiyeler verir (editörünüz sizin menajerinizdir, Brian Clough’unuzdur, Alex Ferguson’unuzdur, Jose Mourinho’nuzdur, hatta Allah muhafaza, Diego Maradona’nızdır). Yayınevlerindeki yardımcı ekip sizin adınıza pazarlama, reklam ve tasarım yapar; tıpkı antrenör ekibinin yapacağı her şey gibi. Hepsinden öte, yayınevi, ticareti takip eden bir yönetici, belki bir futbol direktörü ya da editoryal direktördür. Barcelona için bu işleri yapan ise genellikle kendi kulüp üyeleridir.”
Durum böyle olunca, diyebilirim ki bizde, henüz yayıncılık o çizgiye varamadı. Ama eninde sonunda ayrışacak çoğu şey; kazandıran editörlere çok iş düşecektir. Öncelik, o editörleri var edebilmek ya da o editörün kendini yetiştirmesi. Bunun da öyle kendi başına yapılıp edilecek bir iş olmaması, ister istemez, yayıncılara sorumluluk yüklüyor.
Öğreterek öğrenmek…
Hayat öğrettikleriniz kadar öğrendiklerinizle anlamlı, bence. Hep öğreten olmak sıkıcı, geliştiremez insanı üstelik.
Bir gün, kardeşim; “ağabey, sen cami imamı da olsaydın, terzi de olsaydın böyle olurdun,” demişti. Gülümsemiş, bunu, yaptığı işi merakla/ilgiyle sevgiyle öğrenerek bilerek yapmak isteyen biri olarak algılamıştım.
Bu açıdan aşılamaya inanırım ben. İyi editör dendi mi; Oğuz Akkan’lı Cem Yayınevi döneminde Türkân İlen’i unutamam. Öğrenciyken zaman zaman yanına uğradığımda ondan çok şey öğrendiğim olmuştur. Sonra Sait Maden, bir tasarımcıydı, her şeydi benim gözümde, ama bir “kitap yapım uzmanı”ydı o. Kitaba dair bütün incelikleri onu izleyerek öğrenebilirdiniz. Tasarımının dışında, matbaadan mücellite kadar kitabın bütün aşamalarını size öğreten biriydi. Bu konuda da cömertti. İzletirdi kendini, sonra ara ara söz ederdi. Bir zaman sonra tutup kendi kitaplarını yayımlamaya karar vermesi biraz da piyasanın körlüğündendi. Öyle bir yere gelmişti ki, okurun ilgisizliği de buna tuz biber ekmişti. Başlı başına bir okuldu Sait Maden. Hiçbir zaman kitabım ne satarın ardına düşmedi. Yayınevi (Çekirdek Yayınları) kurmasına karşın, kendi kozasında var etti kendini. Bence, “iyi yazar”ın böyle bir derdi olmamalı. Ortalığa düşüp kendini paralayarak daha fazla kitabım satılsın diye medya maymunluğuna soyunmaya ne gerek var. Bunun daha çok yayıncının işi olduğunu söylerim. Yazar kendini metaya dönüştürdüğünde yazdığından kuşku duymalı.
Hasan Ali Toptaş’ın kıyıda durması okuruyla buluşmasına hiçbir zaman engel değildir. Bu örnekler ne yazık ki edebiyatımızda çok azdır.
Erhan Bener’le biraz da bu yüzden küsmüştük. Son romanı Çıldırtan Yağmurlar’ ın çoksatar olabileceğini düşünürdü nedense. Yayıncı olarak romana yeterince “şefkat” göstersek de, istenen “satış” gerçekleşmemişti.
Bu da yayıncılık cilvesidir, çünkü her şey gelip yayın yönetmeninin eteğine dökülür. Hem ağlama duvarı, hem de kum torbasıdır bazen yayın yönetmeni. Yalanlarla örülü bir kulenin cambazı, geçici iktidarın haz çuvalıdır aslında.
Bu nedenledir ki, bunu hiçbir zaman bir ikbal olarak görmedim; başladığım gün istifa dilekçemi yazıp bir köşeye koydum. Bıraktığım gün de kazanan olduğumu gördüm.
Evet, kazandıklarım da oldu, kaybettiklerim de. Ama en önemlisi elbette kendi zamanımı, yazma tutkumu bana geri verdi bu işi bırakmam. Gelgelelim gene de, bu mecrada, beni zenginleştirenlerle sürdü yolculuğum. Örneğin; okuruyken yayıncısı sonra da dostu olduğum Uğur Kökden, Adnan Binyazar, Emin Özdemir benim vazgeçilmez yol arkadaşlarım oldular bu süreçte. Burada her birini yazarak anamadıklarımın gönül koymasını istemem.
Yayıncı, editör dostlarımdan kopmadım. Hasım/rakip görenler zamanın eleğinde elenip gitti çoktan.
Evet, galiba asıl konuya bir sonraki hafta devam edebileceğiz…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Ağustos 2014)