“Büyüm. Zehirli bir ırmaktı zaman. Bizi kendine, kendini suskunluğa sürükledi. Kıyısına çıkamadığımız bir nehir; ne boğulduk ne kurtulduk.” (Sayfa 63)
İlk sayfalarından sizi neyin beklediğini çözemediğiniz romanları okurken hem bir merak hem de bir telaş olur içinizde. Acaba bu çözemediğiniz mesele sizi ne kadar saracak ya da sarsacak? İlk kitabı 2000’de yayınlanan İsmail Güzelsoy, edebiyat hayatının 20’nci yılını idrak ediyor. Ekim’de Doğan Kitap’tan çıkan kitabı Kıpırdamıyoruz’la iyiliği ve kötülüğü çok net sınırlarla ayırarak sorguluyor.
Settar’ın en az kendisi kadar garip olan babası Bekçi Harun’u, Settar’a sürekli “canımın işi” diyen Dilidışarıda’nın hikâyesini anlatıyor. Bir çocuk mu, bir genç insan mı, bir baba mı, yoksa sokaktan kurtarılan bir köpek mi? Kimin hikâyesiyle karşı karşıya olduğumu bilemedim kitabın ilk sayfalarında. Sonra Settar’da karar kıldım ve bir fotoğrafa dahil oldum. Öyle kıskandım ki durabilen ve etrafındaki fotoğraf karelerinin içine girebilen Settar’ı. Hep bir telaş içinde koşturup dururken bırakın başkalarını, kendimizi sevmeye zaman bulamıyoruz. Settar’ın durmasından rahatsız olunuyor ilerleyen sayfalarda. Settar durmaktan vazgeçiyor; büyüyor, büyürken düşüyor, çocukluğunu kaptırıyor. Hepimiz gibi elinden rüyalar, hayaller alınıyor. Oysa o rüyasında köpeği Dilidışarıda ile aynı dili konuşuyor, aynı rüyayı görebiliyordu.
Settar’ın annesi, Settar’ın doğumu sırasında vefat etmiş. Settar, annesinden hep ilk cinayetim diye söz ediyor. Babası Bekçi Harun ise Settar’ı onu eğlendirmek için her biri ayrı yalanlarla dolu hikâyeler anlatıyor. Seviyor oğlunu. Settar, kötü adamların elinden kurtarmış Dilidışarıda’yı, koynunda uyutmuş, aynı rüyaları görmüşler, aynı dili konuşmuşlar. Settar’ın aniden durmaları babasında endişeye neden oluyor. Oysa Settar, o durduğu anlarda boyut değiştiriyor, alemi geziyor. Bir akşam babası Settar’a bir fotoğraf makinesi hediye ediyor ve Settar’ın ikinci en yakın dostu olan bu makine, ona zamanı dondurmayı öğretiyor. Settar’ın yalnızlığının içinde bence İsmail Güzelsoy’un kişisel hikâyesi de yer alıyor. O da yazarı merak eden okurların dilerlerse bulabilecekleri bir sır olarak kalıversin bu yazıda.
Yıllar geçiyor, sene 1966 oluyor. Şehirde bir söylenti yayılıyor, dört gün sonra kıyamet kopacak. Ve Settar hayatının, babasının anlattığı bol yalanlı hikâyeler gibi yalandan bir hikâye olduğunu anlıyor. Kendi gerçeğinin peşine düşüyor, ne olduğunu, kim olduğunu bulmak için sadece dört günü var. Hayal ve düşle arası iyi olan Settar, o kısacık ya da o upuzun dört güne bir aşk bile sığdırıyor. Bu acelenin içerisinde hayatı ören iki temel kavram iyilik ve kötülük yeniden inşa ediliyor.
İsmail Güzelsoy hayata yakın ama hayale dayanan gerçeklikle büyüyen Settar’ın arayışıyla bütünleştiriyor romanını. “Kıyamet kalbimizdedir!” yazıyor bütün şehrin duvarlarına. Son dört günü olduğunu düşünen herkes kendi kıyametini kuruyor, yaşıyor. Ağaçlar, tarihten çıkıp gelen cellatlar ve Mercedes Kadir romanın bu karmaşasının içerisinde yerlerini alıyor.
Romanın sonunda gerçekten kıyamet kopuyor mu? Kim bilir? Kıyamet her an, her gün, her gece, her sözle yeniden inşa ediliyor ve kopuyor. Babasının anlattığı bol yalanlı hikâyeler, Settar’ın durduğu zaman gördüklerini kendine gelince anlattığı hayaller arasında ince bir hayat örülüyor. Bir defter dolusu sır ise, romanın içinde kurulan her bir cümlenin birbirine dolaştığı yumağı çözüyor.
Umudun her gün, her an kötülüklerin altında ezildiği; iyiye, güzele hasret kaldığımız şu dünyada kötülerin kötülerle savaşını, insanın kendiyle derdini, gerçeğin yalanla nasıl sarmaş dolaş olduğunu anlatıyor İsmail Güzelsoy Kıpırdamıyoruz romanıyla. Kıpırdamıyoruz muyuz, kıpırdayamıyor muyuz muallak. Herkes kendi gerçeğinin yalanında, herkes kendi hayalinin yalnızlığında. Bu çağdan bir çıkış yolu yine elbet elbirliğiyle bulunur. Yeter ki insan kendi hayalini gerçeğe dönüştürmek istesin, kıyamet bile onu durduramaz.
Adalet Çavdar – edebiyathaber.net (5 Kasım 2020)