“Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!”
Sese gelen söz olunca yalnızlaşıyoruz madem, dindir bu çağıltıyı öyleyse. Aylanan zaman diğerinin yerini alamayacağına göre, avuntuyu kaldır aradan. Göze göz, dişe diş çağı geride kaldı.
Şenlik dediğin ne ki; mutsuzluk şiiri yazan da bir yazmayan da!
Madem elinde kandilin, bul yolunu zifiri gecede. Üfle yalnızlığının cinlerini. Bu cinnet çağında gerek yok onlara. Hadi, şarkı gibi söyle şu dizimlenenleri:
“Ey sen ki elinde alevden mızrak,
Paramparça ettin ruhumun buzlarını,
Denize akıyor şimdi çağıldayarak,
Bulmaya en yüce umutlarını:
Her gün daha aydınlık, daha bir diri
Ve özgür, o sevecen zorlayışla, bak
Övüyor sunduğun mucizeleri,
Ey güzeller güzeli Ocak!” (Friedrich Nietzsche)
Evet, “cüce”lerle işin olmadığı kesin. Kendini kalıplara yerleştirenlerle yol arkadaşlığın yok. Adın tufeylilerin yanında anılmaz. Geçitsiz her bakışla söz devşiren dile yabancısın. Yaşanan bir av mevsimi, biliyorsun bunu da.
Ne diyordu Paul Virilio: “Sondan önce havai fişeklerimizin olması gerekir, artık saf dışı bırakıldığına göre kadının dönüşü de buna dahildir.”
Çığlık çığlığa bir zamandan geçip madem buraya varıyoruz, herkes ellerini tersyüz etmeli. Düşlengez olmak yetmiyor cin çarpmasını anlamak için.
İşte o dönüşün nefesi gerek. Zamanın imbiğinden geçirilen sözü kuşanacaksınız madem, bir bir anlatmalı gecenin dilini, zamanın bahrindeki aylananları. Bir derviş misali hu çekmekle yetingen olunmuyor. Şunu demiyor muydu İbn Arabî; sözünü perdesiz kıl ki, dilin yabana ermesin! Ekliyordu da şunları:
“Beni aramaktan da vazgeçme yoksa mutsuz olursun. Öyleyse Bana kavuşuncaya kadar Beni ara ki yükselesin!”
Sen de bilirdin ki iyilik lütuftan gelmezdi, can inadı niyeydi ki hem?! Madem ki sözü kilitleyen aşınmış zaman, öyleyse serapları kaldırmalı. Sözün ilminden konuşmalı aramızda:
“Eğer lügaz, bilmece, olmasaydı söz bir inkâr olurdu
Ve sürüklerdi âlemleri inada doğru” (İbn Arabî)
Öyleyse gitmeli gölgeli zamanlardan. Bir tufeyli ömrüne sadakat gerekmez. Bırak yansın onun alevleri söngündür ruhu, bungundur dili. İnsana gelen insandan gider, can durağı dedikleri de iki zamanlı bir bakış gerektirir. Aynalardaki sır anlatır bunu. Simyanın dilini öğrenmeden bilemezsiniz ama. Tek olan yabandır gene de, Bir’in arayışındaki suretler ebedî yolcunun çöl zamanını anlatır.
O nedenledir ki kıyıda durmadan geçmeli, bir eşik yaratmalı kendine. Kendi sesindeki renge bulanmalı gönlün. Ezeli olan varoluşunun da duygularını yaratır. Varlık’taki kuşkuyu önceliklerin dili olmaktan çıkar.
Bir dilin başka bir dille güzelleşip zenginleşmesi için anlam ve yücelik gerek. Ve de güzellikle iyilik… Yani iç zaman hükmündeki bakışın Araf’ına yolcuysanız eğer, unutmayı seçin. Bana görelik olmaz, herkes kendi Cennet’inin yolcusu, Cehennem’inin odun taşıyıcısı. De ki işte:
“Evvel benem, ahir benem
Canlara can olan benem
Azıp yolda kalmışlara
Hızır meded eren benem” (Yunus Emre)
Rüzgârın sesi varsa zamanda, fısılda şu sözleri sen gene de:
“Ben bir ülkeden geçiyorum, Selma’nın ülkesinden
Geçerken o duvarı öpüyorum, bu duvarı öpüyorum
O ülkenin sevgisi değil benim kalbimden geçen
Fakat o ülkede oturan sevgilinin sevgisi” (İbn Arabî/ “Harflerin İlmi”)
Şimdi, sözcüklerden bir ev yaratmak vaktidir işte. Senin Dilevi dediğin de bu olmalı. Can’ı Canan kılacak söz orada kendi çadırını kuracak, kendi zamanını var ederek üstelik. Gönül ateşlerine divan durmak değil, gitmeyi seçerken varmanın ilmine erişmek için kendi kıyısını yaratacak her dem. Adını hecele ki, geceden geçtiğinizi anlasınlar; ve bir gül neden kanar anlasınlar artık. Zamansız yazılmıyor artık günün şiiri. Susarak da anlatır bazen insan acısını. Umut yeşertisi, sırlı yüzün aynasıdır her dem. Madem ki gitmeyi seçtin, yolcusu oldun aylanan zamanın; aranızda her gün yeni bir gün doğuyordu demek. Ötede ise bekleyen dil düşkünü bir zamandı sizi. Yani var olmayan tek şeye inanan bakışın sanrısı… Sonra şunu da dememiş miydi:
“Tanrının tek özrü, var olmayışıdır.” (Stendhal)
Şimdi herkes kendi kıyısının bekleyiş zamanını yaratabilir. Bu ne ezâ ne de cefâ getirir. Sabırla günü güne dokur, alır gecenin örtüsünü; aylanan zamanın burcuna eriştirir Can ile Canan’ın sevincini.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Kasım 2019)