Eğri oturup doğru konuşalım. Sevdiğiniz bir arkadaşınızın veya sevgilinizin bembeyaz dişlerinin arasına sıkışıp kalmış siyah zeytin kabuğunu gördüğünüzde ne yaparsınız? Diş ipine yönlendirmez misiniz onu? Görmezden mi gelirsiniz? Takım elbisesini bütünleyen kösele ayakkabısının içine şoset giyen iş arkadaşınızı bu haliyle gördüğünüzde sessiz mi kalırsınız? Türkçenin ustalarından Çetin Altan’ın tutarlılık, disiplin, düzen üzerine kaleme aldığı bir “fıkra”sında, Japonya’da bindiği bir asansörün kontrol panelindeki vidaların girintilerinin hepsinin aynı istikamete baktığından dem vurmasını hiç unutmam. Akabinde kolumdaki Seiko’ya bakmıştım: Vidaların girintileri şaşmaz bir düzen içinde kol saatinde duruyordu.
İki hafta önce uğradığım bir kitabevindeki rafların arasında mukaddes bir mekânı tavaf edercesine dolaşırken Zülfü Livaneli’nin romanlarıyla burun buruna gelmemek neredeyse imkânsızdı. Müzisyen, yönetmen, senaryo- köşe yazarı, politikacı, kanaat önderi ve son zamanlarda da ödüller alan romancı kimliğiyle öne çıkan, romanları yüz binlerce baskı yapan Zülfü Livaneli’nin bir kitabını elime alıp (Serenad çıktı falımda) rastgele bir sayfa açtım. Derinlemesine incelemeler, yapısal analizler, kurgu düzlemi, olay örgüsü vb. hususlara dair incelemeler gazetelerin kitap eklerinde yapılageliyor, benimki çok “yüzeysel”, hatta “mikro” ölçekli bir yoklama olarak addedilebilir. Belki de bugüne dek önemsenmeyen nüansların ne kadar “ölümcül” olabileceğinin altını çizmeye yarayabilir bu “sıradan” teşrihim. Ne de olsa hem E. M. Cioran’ın “bir virgül için ölünebilen dünya”sına bigâne kalmayanlardanım hem rahmetli Fethi Naci’nin ruhuna saygıda kusur etmemeye çalışanlardanım.
Popüler kültür katarının çektiği “çok satan” romanlara oldum olası belli bir mesafeyle yaklaşmayı âdet edinmişimdir. Orhan Pamuk’un da Elif Şafak’ın da “hit” olmuş romanlarını ortalık yatıştıktan sonra okumayı seçtim. Hayatın bazı alanlarında olduğu cihetle, edebiyat dünyasında da “tabu” isimler her zaman için mevcudiyetini muhafaza etmiştir. Yılların edebiyat adamı Tahsin Yücel’in Orhan Pamuk’un romanlarına dair yükselttiği -haklı- itirazlarını unutmamıştır külyutmaz okurlar. (Bkz. Hürriyet Gösteri, Kasım 1990) Tam da bu noktada Aristotoles devreye girmeli: “Ün ile değer aynı şey değildir.”
Nerede kalmıştık? Serenad’ın 314. sayfasında bana nanik yapan cümleye bakalım: “Herkes balık istifi gibi gemiye doluştu.” Hem “balık istifi” hem de “gibi”! Aynı sayfadaki “Niçin.” sorusunda niçin soru imi kullanılmadığı da muamma… mı? Elimdeki kitabı aldığım gibi yerine koydum. Konstantiniyye Oteli’ne (bundan sonra “KO”) gitti elim, hemen kitabın arka kapağını okumaya başladım. Hüsran, yine hüsran! Yere göğe sığdırılamayan bu romanın arka kapağındaki sallapatilik, romanları yüz binlerce basılan bir romancının akıl almaz rahatlığı, belki de yazar ajanının veya -varsa- editörünün haşmetli özgüveninin eseri olsa gerek! Bu ihtimam noksanlığını, çalakalem yazılmış intibaını veren bu dağınıklığı nasıl izah edebiliriz? Belirtmek isterim ki bu satırların yazarı, ilk gençlik yıllarında Zülfü Livaneli’nin, Gençlik Kitabevi’nde düzenlenen “Müzik ve Çağdaşlık” panelinde ön sıralarda, saatlerce ayakta dikilmiş ve kendisini gençlik ateşinin o ele avuca sığmaz, devrimci ruhuyla dinlemiş bir âdemdir son tahlilde, lütfen göz önünde bulundurulsun.
KO’nun arka kapağına bakalım: “Seçkin” ne, “kalburüstü” ne? “Önde gelen”i niçin yazmamışlar acaba? Yazılsa fena mı olurdu! “Fena mı olurdu?” yazılırdı bu söz, çok satan romancının kitabının arka kapağında muhtemelen; fakat bu fakir sallapatiliğe prim vermemeye gayret etmesiyle bilinir.
“Bir araya” ayrı, güzel. Peki, “işadamları” niçin bitişik? Referans kabul edilen yazım kılavuzu TDK olmalı. Ancak orada “iş adamı” yazıyor. “Sıra dışı” da ayrı, TDK mucibince. Bir tutarsızlık olduğu aşikâr. Ancak yüz binlerce basılan bir romandır bu, kimin haddine laf söylemek! (Soru imi değil, ünlem olacak elbette.)
Mezkûr romanda sabah namazını 5 rekât kıldıran (yeni baskılarında düzeltilmiştir umarım) ve romanları yüz binlerce satan romancımız, arka kapak yazısında soru cümlesi olmayan bir ifadeye “!” koy(durt)arak popüler romancılığın kalibresini dosta düşmana göstermektedir. Elia Kazan ile Talât Halman ne derler acaba?
“Arz-ı endam” eyleyen bir umursamazlık örneği de “arzı endam” yazmak. Bu kabil yazım nüanslarına takılan yok, yaz gitsin!
Noktalama işaretlerinin talihsiz üyelerinden “noktalı virgül”ün nasıl ve nerede kullanılacağı da tam bir bilinmez oldu artık. Şu cümlede “noktalı virgül”ü kullanamıyorsa bir romancı, ona besteci demek gerekir! Okuyalım: “Ve elbette, bir otelin olmazsa olmaz çalışanları, garsonları, komileri, güvenlik görevlileri…” Şöyle olmalıydı: “Ve elbette, bir otelin olmazsa olmaz çalışanları; garsonları, komileri, güvenlik görevlileri…”
Bir kitabın arka kapak metninin ne kadar mühim olduğu, satışa katkısı, kitabın satın alınmasına giden yolda ne kadar hayatî olduğu bilinen bir gerçekken böylesi ucuz hataların cirit atması satışı garanti gören bir zihniyetin ürünü olmalı. Delikanlı Nicelik, zavallı Nitelik’i iki seksen yere yapıştırıyor yine!
Engereğin Gözü adlı romanın arka kapak metninde iddialı bir cümle var: “Bir yanıyla da bir ‘dil şöleni’: Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi’nin, Naimâ’nın ve Türkçenin büyük dil ustalarının izini sürüyor.” Keşke bir parça da yazım kılavuzlarının izini sürmeye gönül indirseydi, Z. Livaneli.
Engereğin Gözü’nün 16. sayfasında bir “yönelme eki” hatası, hayatında nüanslara kayıtsız kalmayan okurlara dil çıkarıyor. “Cehaletleri ve aptallıklarıyla alay etme hakkımı elimde tutuyorum.” Oysa cümle şöyle yazılmalıydı: “Cehaletleriyle ve aptallıklarıyla alay etme hakkımı elimde tutuyorum.” Beni anlasa anlasa Tahsin Yücel anlayacaktır. “Fanatik” Livaneli hayranlarının, Türkçenin büyük birikimine, inceliklerine meftun olmayanların, sade suya tirit bir hayatın figüranı derekesine düşürülenlerin bu satırların yazarına verip veriştireceklerini tahmin etmek pek güç değil.
Bir deyim kullanımı hatası var 17. sayfada: “Padişah Efendimizin kutlu fermanlarına bile tuğralar doğru düzgün çekilemeyip…” “Yanlışsız, eksiksiz, kusursuz” için “doğru dürüst” deyimi kullanılır. Tabii dilde biraz âhenk, melodi peşindeyseniz.
Bu kadar da olmaz dedirten can sıkıcı bir örnek de 18. sayfadan: “Paşa bunun ne demek olduğunu sorunca da, o fili kendi köylerinden, kızoğlankız bir bakirenin doğurduğunu söylemişlerdi.” Hem “kızoğlankız” hem de “bakire” öyle mi? Nasıl bir “şölen”se artık! Üzgünüm, çok üzgünüm; fakat yazmak mecburiyetindeyim: Babıâli yüksek kapısından mürur edip geçerken tesadüfen rast geldim yek bir atlı süvariye. Ona sordum sual ettim, yer misiniz manje vu ön şo bir lahana?
Meydan o kadar boş ki ve her şey vahşi kapitalizmin o kanlı çarklarına esir edilmiş ki… Kara Kitap’tan son söz: “Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.”
Adnan Algın – edebiyathaber.net (23 Eylül 2015)