Ardı ardına yayımlanan yeni edebiyat dergileri bize şunu anlatıyor; yazmak/anlatmak derdindeki insanımız edebiyatı bir iletişim yolu olarak seçiyor. Bir sürükleniş değil bu, tam tersi, giderek yazan topluma dönüşmemizin sevindirici izlerinin birer göstergesi her biri.
Edebiyat, kültür, sanat dergilerinin böylesi bir işlevi vardır. Öteden beri de toplumun bu alanlardaki nabzını yansıttıklarını söyleyebilirim.
Peki, nedir günümüz insanını yazmaya iten, bir araya gelip dergiler çıkarmaya yönelten?
Kendini yazarak ifade etme isteği diyebiliriz kısaca. Ama ötesi şudur, kentlileşen toplumda artan sorunlarla birlikte bireyin dünyasına yansıyanlar anlatılmaya değer birçok şeyi getirip sunuyor yazan insana.
Geçmişte “kuşak” kavramıyla temellenen dergicilik, günümüzde kentlileşmeyle ancak kendini ifade etme yolu/birikimi olarak gösteriyor.
Unutmayalım ki kent sanatın örüldüğü, biçimlendiği arenadır. Yayıncılığımızın çeşitliliği de bunun yansımalarını içerir. Yazar, yapıt, tür zenginliğini de buna bağlamak gerekir.
Kentlileşmek bireyin inşasını da getirir. “Yeni insan” dediğimiz profili var eden gerçeklik kırdan kente göçün, kapitalistleşme sürecinin ivmesinden doğandır.
Toplumdaki çelişkiler/çatışkılar arttıkça, üretim ilişkileri ve sınıfsal ayrışmalar iyice belirginleştikçe “insan” kendinde olanla olmayanın sanrısını daha derinden hisseder. Bu süreçte yabancılaşma kaçınılmaz bir olgu olarak yaşantıların rengi soluğu olurken, neyi/nasıl/nerede yaşadığının bilincine varmak da insanın temel sorgusu oluyor ister istemez.
“Yeni yazı” biraz da buradan doğuyor. Gören, gözleyen, anlayan, sorgulayan birey kendini anlatıcı kılarken dışta ve içtekilere bakarak yazmayı seçiyor.
İşte bu nedenledir ki daha çok kurmacaya, şiire dönüktür yüzü. Düşünsel yazı henüz bu kulvarda kendine yer açmış değildir. Yani eleştirel olmayı, bilgiyi yaşamın ibresi kılmayı öne almak yerine yaşananlardan yola çıkarak anlatmayı seçiyoruz. “Ben anlatısı”nın bu denli yaygınlığı, başkalarının hayatına olan ilgi; ders veren, deneyimleri öne çıkaran anlatıların çoğalması sözden yazıya geçişin birer örneği olarak gelip karşımızda duruyor.
Sanal dünyadaki “blog devrimi” de bir anlamda bunun yansımalarını içeriyor. Ama orada yetinmeyen anlatıcı kitapta ve dergilerde kendini göstermeyi seçiyor. Bu da okuyan topluma gidişin/geçişin işaretleridir bence.
Bir yanda yayınevi furyası, ötede dergiciliğin alıp başını gitmesini iyiye işaret olarak da almak gerekir diye düşünüyorum.
Şöyle de diyebiliriz; “niteliksiz çoğunluk olmadan, nitelikli azınlık”ı var etmek mümkün değildir!
Her şey o “az”dan örülerek kuruluyor.
İnsanlığın tarihi bunun örnekleriyle dolu.
Edebiyat, kültür, sanat, bilim bir iklimin ürünüdür. Çoğulculuktan, çeşitlilikten ürkmemek gerekir, eninde sonunda toplum kendi saflığına erişecektir. Unutmayalım ki suyun kaynama sıcaklığı oranı 100 derecede kendini var ediyor. Eğer bu toplumsal basınç, koşulların gücü, toplumsal enerji olmazsa yazıdaki bu çoğul birikim kendini var edemez.
Derim ki, niteliksiz olanı yermek yerine nitelikli olanı nasıl geliştirebiliriz buna dönüp bakmalı. Bir Fazıl Say’ın yanına başka bir Fazıl Say çıkarabilmenin yolunu aramalı.
Sanırım günümüz edebiyatının en temel sorunsalı da budur.
İşte edebiyat/kültür/sanat dergileri, yayıncılığımız bunların varoluşuna kapı aralayacaktır eninde sonunda. Eleğin üzerinde kalanlar toplumun saflaşmasını yaratabileceği gibi, çağının çağdaşı olabilme bilincinin aşısını da var edebileceklerdir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Mayıs 2016)