Raymond Carver’ın öykülerini ilk okuduğumda bir parça yadırgadığımı hatırlıyorum. Hoşlanmama, okumakta zorlanma gibi değil de, daha öncesinde alışık olmadığım, yeni bir anlatı evrenine girmekten kaynaklanıyordu bu yadırgama. Çok kısa bir süre içinde onu okumanın nasıl böyle eşsiz bir deneyime dönüştüğünü düşünmeye başladım. Öykünün bilinen sularında sakince ilerleyerek başlıyordu her şey, olduğu gibi, ama sonra bir bakıyordunuz bildiğiniz sular birden derinleşmiş, aynı anda daha berrak hale gelmiş ya da tam tersi önünüzde uzanan açık bir manzaraya bir sis perdesi indirivermiş yazar, merakınızı hep orada tutmayı başararak ve aklınıza kaçınılmaz olarak şu soruyu getirerek: Sis inmeden önce manzara nasıldı? Salah Birsel’in de dediği gibi belki de yazma işi herkeslerin bildiğini bilinmez kılma işiydi biraz da.
Edebiyat tarihindeki pek çok benzeri gibi zorlu hayat koşulları içinde yazmayı sürdürmeye çalışmış bir yazardır Raymond Carver. Hayatın fırtınalarında edebiyatla bağını inatla koparmayan biri olarak Amerikan kısa öykü geleneğine unutulmaz imzasını bırakır. Öğrendiğim şeylerden biri şuydu der hayatıyla ilgili: “Eğilip bükülmem gerek yoksa kırılırım. Aynı anda hem eğilip bükülmenin hem kırılmanın mümkün olduğunu da öğrendim.”
Büyük, trajik olayların, diyalogların öne çıkmadığı, böyle olaylar yer alsa bile onları gürültülü bir şekilde aktarmayan öykülerinde, dile hemen getiremediğimiz önemli bir şeyler olduğunu daima sezeriz. Öykü dışında bırakılanların uğultusu duyulur. İç sıkıntısı ve mizah arasında bir garip uyumdur yakaladığı. Yazarın deyimiyle “bir şeyin an meselesi olduğu” hissi hep oradadır. Edebi olmaya zorlamadığı üslubu, olağan, sakince, aynı anda belli belirsiz bir gerilimle daima insani açmazlara, özlemlere, çelişkilere ve yaşamın gücüne temas eder. Bunu nasıl yapabildiği sorusu da neredeyse her öyküsünde bir sihir gibi okurun aklına takılır kalır.
Onun öykülerinin sizi götürmek istediği bir yer vardır, öykünün merkezi… Şaşırtan, etkileyici bir sonun okuru beklediği bir yer değildir burası. Carver bütün dikkati ve maharetiyle elinizden tutar, sizi oraya, öykünün kalbine bırakır. Bu olduğunda onun sözleriyle bir “tanıma şoku” yaşanır, o anda “öyküdeki deneyimler, okurun deneyimlerinin bir parçası haline gelir.” Bu olmayacaksa neden yazalım ki diye sorar? Azize Teresa’nın dört yüz senelik bir sözünü alıntılar bir denemesinde: “Kelimeler eylemlere yol açar… Ruhu hazırlar, kıvama getirir, şefkate yönlendirir.” Yazara göre söylediklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki bağlantının desteklenmediği dönemlerde bunu daha sık hatırlamalıyız. Doğru ve gerçek kelimelerin eylemlerin gücüne sahip olduğunu… “Kendine özgü” bakış, yani şeyleri başka kimsenin görmediği gibi görmek ilk adımdır ona göre, bu da sadece doğru dil kullanımıyla yakalanır; açık, bulanıklığa izin vermeyen bir anlatım, dürüst hisler, kelime seçimindeki özen ve doğru noktalama işaretleri gelir sonra. Onun kelimelerle kurduğu ilişki postmodern bakış açısının safça bulacağı kadar açık seçiktir, doğrudandır.
Raymond Carver’ın daha olgun bir okur kitlesine hitap ettiğini düşünüyorum çoğunlukla. Hayatta olduğu gibi edebi zevklerde de gösterişten, süslü ifadelerden uzaklaşılan, etkileme endişesiyle kurulan cümlelerden etkilenmediğimiz bir dönemde, onun hakkını daha iyi verebiliriz gibi geliyor. Bir moda olarak minimalizmi ayrı tutarak “şu gereksiz eşya yükünden kurtulmalıyım” dediğimiz, “sade yaşam” özlemi duyduğumuz zamanlara daha uygun düşebilir belki de öyküleri. Fakat eşyalarda da, edebiyatta da gereklilik konusu maddi manevi koşullara göre değişen, tartışmaya açık bir konu bir yandan. Bazen Proust bazen de Carver okumayı özlememiz o yüzden belki de.
“Bu Yatakta Her Kim Yatıyorduysa” adlı öyküsünde, bir karı koca sabah saat üçte çalan telefonla uyanır. Arayan kişi alkollüdür, ısrarla yanlış numarayı aramaktadır. Çiftin uykusu kaçar, yatakta sigara içerek laflamaya başlarlar. Kadın gece gördüğü rüyayı anlatmak ister, adam daha önce başkalarından dinlediği, dinlediğine pişman olduğu birtakım rüyaları hatırlar. İlerleyen muhabbetle, öykü kahramanlarını da, bizi de uyku tutmaz artık, birtakım endişeler çıkar su yüzüne, birbirlerine daha önce anlatmadıkları bedensel şikayetlerinden bahsederler, onlarla beraber nereden çıktığı belirsiz sorularla gelen hastalık ve ölüm korkusunu duyarız; çarşaflar dağınıktır, kalkıp kahve koyma vaktidir. Birkaç saat sonra yorgun argın işe gidecek olmanın endişesi vardır. En başta boşuna panik yaratan, arada bir çalan yanlış telefon, fişten çekilse bile üçüncü bir kişi gibi oradadır. Bu telefon önemsiz bir huzursuzluğa neden olmuştur, bildiğimiz bir şeydir bu; gece anlamsız bir saatte uyanıp uyuyamayınca aklımıza garip şeyler takılır, bunu da biliriz, peki üzerine her zaman rahatça konuşur muyuz dersiniz? Yazının sonu burada başa bağlanıyor, Carver şöyle diyor: “Kısa öyküler çoğunlukla hiç bilmediğimiz şeyleri bize anlatmakla birlikte -bu da iyi bir şey tabii- aynı zamanda, belki de daha önemlisi, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı şeyleri de anlatmalıdır. En azından kimse ulu orta konuşmaz bunları. Kısa öykü yazarları dışında.”
*Alıntılar: Raymond Carver, Yazmak Üzerine, Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu, Can Yayınları