Sinemadaki açmazın televizyon dizilerinde de yaşandığını söylemek gerek. Nedir bu derseniz, konu sıkıntısı. Hadi bunu şöyle açalım; hikâye anlatamama/öykü yazamama…
İyi film yapmak isteyen yönetmen bir şeyler anlatmanın derdindedir her zaman. Yani diyebiliriz ki bu yönetmenin olduğu kadar sinemanın da asal derdidir. Ama iş televizyona gelince, biz bu “aptal kutusu” dediğimiz şeyi “eğlence”/ “oyalama” aracı olarak gördüğümüzden; yaşamasız yaşamları anlatıyor sanısına kapılarak, ülke, insan ve toplum gerçeğinden uzak diziler üreterek, insanları düşünmeyen/üretmeyen/gözüne perde indirilmiş yarı canlı kılmak derdindeyiz.
Öyle ya; Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu, Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü, Necati Cumalı’nın Dila Hanım, Kerim Korcan’ın Tatar Ramazan, Orhan Kemal’in Hanımın Çiftliği, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’ndan sonra Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü televizyon dizisine uyarlandığına göre; dizi furyasında konu sıkıntısı olmalı.
Burada amaçlananın “edebî uyarlama” olmadığı çok iyi bilinir. Edebiyatımızın bu gözde yazarlarının yapıtlarına sarılan televizyon dizi yapımcılarının neyi öne aldıkları da biraz anlaşılır.
Dönem uyarlaması denilip, eli yüzü düzgün bir dizi yapılmaya çalışılırken, bir takım rötuşlarla bir bakıyorsunuz yazarın/romancının söylemedikleri de söylenmiş; roman yapımcının hedef ve amaçları için bir çırpıda harcanmış. Görünen o ki, roman üzerindeki her insafsız oynama, parası verilince yapılabilecek “hak”ka dönüşüyor.
Yazar varislerinin “mirasyedi”likleri ya da paraya “tamahkâr” tutumları ayrı bir konu.
Yılanların Öcü’nü izlerken, işin iyice şirazesinin kaçtığını düşündüm. Benzer şey Orhan Kemal’de de yapılmıştı, Kemal Tahir’de de. Uşaklıgil ile Güntekin’in romanlarına hiç değinmiyorum. Bunlar popüler kültürün ülkemizde ne denli açmazda olduğunun birer göstergesiydi. Yani üretilemeyen bir kültürden söz ediyoruz. Adı var, ama kendi yok. O zaman parayla her şey yapılır/satılır anlayışı egemen. Ve bununla ilgili bir dolu anekdotlar kitapçılarda, gazete sütunlarında.
Siyasetimiz neredeyse aslında popüler kültürümüz de orada. Gelin görün ki, edebiyattan uzaklaştırılmış bir toplumda dizi yapımcıları günümüz sorunlarından uzak romanlara el atarak bugünü anlattıklarını/anlatabileceklerini sanıyorlar.
“Parayı veren düdüğü çalar,” gibisinden hafifseyici yaklaşım egemen burada da.
Oysa iyi bir yapımcının eğer derdi iyi bir televizyon dizisi yapmaksa; neden romanlara saldırır ki! Bunu anlamak güç gerçekten! Edebiyatı canlandırmak, bu yazarları gündeme taşımak gibi bir dertlerinin olmadıkları kesin. Olsa da, bu arenada pek bir şey yazmaz; o “aptal izleyici” gider kitapçıdan “Halit Ziya Uşaklıgil’in yeni romanı çıkmış” diye sorarak yalnızca romanı merak eder…
Bence asıl sorun konu bulamamak değil, bugünün gerçeğini anlatmak gibi bir dertlerinin olmaması…Yoksa, 1950’lerin Türkiyesi’nde geçen, kırsal kesim insanının toprak sorununu, devletle çatışmasını anlatan bir romanın bugün televizyon dizisi yapılması akıl kârı değildir. O hileyle ne bugünün insanına Orta Anadolu köylüsünün o günkü sorunlarını gerçekçi biçimde yansıtarak bir tarihsel hatırlatma yapabilirsin (ki, yapsan da çok umursanacaklarını sanmıyorum), ne de “geçmişte bir gün bunlar yaşanmıştı” dedirterek bir bellek hatırlatmasına gidebilirsin. Böyle bir şey dizi çekmenin doğasına aykırıdır.
Özü özeti, kolaycılık ve iğretilik hayatımızın her alanında egemen olduğu gibi televizyon gerçeğinde de var. İyi sinemacıları bile öğüten bir araca dönüşen bu sektör, kötü senaristleri de baş tacı kılmıştır ne yazı ki!
Bir “ekmek teknesi” tiradıdır yinelenip duruyor.
Kendi yazarını/senaristini var edemeyen sinema, bu kez televizyon dizilerinden medet umar durumda.
Bütün bunları izleyip dururken, elbette ki Nuri Bilge Ceylan farkı ortaya çıkacaktır. Özcan Alper kendi hikâyesiyle bugünün Türkiyesi’ne bakarak umut verecektir sinema adına. Zeki Demirkubuz, başka hikâyelere yaslansa da; hayatın değişen/değişmesi gereken yanları üzerinde bizi daha çok düşündürecektir.
Evet, sanırım meselenin özü de budur: Düşündürtmek mi, düşündürtmemek mi?
Bu, bizdeki televizyon dizilerinin hiçbir zaman yapamayacağı bir şeydir.
Artık “zengin-yoksul” hikâyeleri”ni geçtiler, tarih dersinin yamacında durdular, herkese tarih bilinci aşılamaya kalktılar. Gerçi, fena da olmadı; lise müfredatlarındaki tarih dersimizin ne denli “geri” olduğunu bir kez daha öğrenmiş olduk.
Galiba dizi yapımcıları bu kez de edebiyat müfredatlarımızın “geri”liğini anlatmaya kafayı takmış durumdalar. Bunca çağdaş yazarın romanlarına saldırmalarını başka türlü yorumlayamıyorum!
İyimser bir tahminle, bu sayede okurlarımız Fakir Baykurtları, Orhan Kemalleri, Kemal Tahirleri keşfeder mi? Bundan da çok emin değilim?!
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (2 Eylül 2014)