Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
Bu cümleyle başlıyor hikâye. Şimdi gel de devamını okuma. Hangimizin bizleri yalnızlığımızda yiyerek kemiren yaraları yok ki!
Kitap ilk cümlede okuru yakalıyor ama sonrasında onu zorlu bir okuma eylemi bekliyor. Birinci tekil ağızdan dinliyoruz her şeyi. Anlatıcı bir kalemdân ressamı. Kalemdânlar, içine hokka ve diğer yazı araç gereçlerinin konulan kutulara deniyor. Üzerleri İran minyatürleri stilinde bitki motifleri, manzara ve motiflerle süsleniyor. Beldeki kuşakta taşınıyor ve okur-yazar, aydın olmanın işareti olarak kabul ediliyor.
Kendini uyuşturmak ve zaman öldürmek için resim çizen anlatıcımız, şehrin dışındaki sessiz sakin evinin penceresinden dışarı bakarken bir servinin dibinde sırtında abasıyla oturan kambur bir ihtiyar, onun karşısında da siyah bir entariye sarınmış ve ihtiyar adama gündüzsefası uzatan bir kız görüyor. Kızın dar çekik gözlerinde acı, hayret, tehdit ve vaitler var. Hiç kimsenin görmeyeceği korkulu manzara ve sırları seyreder gibiler. İhtiyar adamsa yüz ifadesi hiç değişmeksizin katı, sinir, alaycı bir gülüşle gülüyor.
Anlatıcı aşina bir duyguya kapılıyor; ben onu tanıyorum duygusu. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı?
Bu kızın gözlerinin tarifi okurun aklına ressam Nuri İyem’in tablolarındaki içi hikâyelerle dolu hüzünlü gözleri veya Amerikalı ressam Margaret Keane’nin resimlerindeki kuyu gibi derin iri gözleri getiriyor. Gözleri iri ve siyah bir kadın. Gözleri bildiğimiz insan gözlerinden daha iri ve ne olduğunu bilmediğim, bağışlanmaz günahlarım için sitem dolu gözler, hem tehdit hem vaat eden gözler. Hem çekiyor, hem itiyor, uzaklaştırıyorlardı. İnsanı mest eden, doğa üstü bir ışık saçıyordu bu gözler.
Bu kız ve ihtiyar, sonrasında anlatıcının gerçekle hayal arasındaki hayatında sürekli yer alıyorlar. Sisli bir gece yarısı kız adamın kapısında beliriyor, içeri girip yatağına uzanıyor. İhtiyar sırtında kamburu ve şalı, kuru ve sinir gülüşüyle kâh arabacı olup ceset taşıyor, kâh mezarcı olup mezar kazıyor. Dükkânındaki çengellerde boğazları kesik koyunların kanlı gövdelerinin asılı olduğu kasabın hemen yanındaki tezgâhında orak, nal, boncuk, fare kapanı, paslanmış bir maşa, dişleri kırık bir tarak, bir kürek ve kirli bir mendile sarılı çini bir testi satan hurdacı oluyor, anlatıcıyı yanına yanaştırmayan karısının koynuna giren âşığı oluyor.
Anlatıcı varlığını ve düşüncelerini kuşatan odasından çıkamaz olduğunda kokular geliyor burnuna; ter kokusu, eski hastalıkların kokusu, ağız kokuları, ayak, keskin sidik, acımış yağ, çürümüş hasır, kaygana, kızarmış soğan kokuları, ilaç, peynir, çocuk kakası, kokuları, boy atan oğlanların odalarındaki kokular, sokaktan yükselen kokular, ölülerin ya da can çekişenlerin kokuları.
Geometrik şekillerde acayip garip, kesik kopuk eciş bücüş evlerin duvarlarında, ıssız siyah pencerelerinde gölgeler görüyor. Duvarları önünde durduğunda gölgesi aya karşı duvarlara düşüyor ama gölgesinin başı yok. İnsan, gölgesini duvarda başsız görürse hemen o yıl ölürmüş. Anlatıcı korkup tekrar odasına sığınıyor.
Anlatıcının dilinde inançlarından söz ediyor yazar Sâdık Hidâyet. Onların o yalanlarına, o saçmalıklarına ne ihtiyacım vardı? Ben kendim geçmiş nesillerin bir toplamı değil miydim, onların tecrübeleri bana miras kalmamış mıydı? Ama hiçbir vakit ne mescit, ne ezan, ne abdest, ne ağız çalkalamalar, ne de kendisiyle Arapça konuşmamız gerekli tek kudretli, yüce ve mutlak varlık karşısında dürüst ya da hilekâr olmak beni etkilemedi.
İnanç konusunu bir hayli sorguluyor Hidâyet. Tanrı gerçekten var mı, diye soruyor, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır?
Felsefeyle ilgilenmiş, Budizm’i incelemiş bir yazarın bu sorgulamalara girişmesinin aksi düşünülemezdi, öyle değil mi?
Anlatıcı, dua ederken gözlerini yumuyor, ellerini yüzüne kapıyor ama sözcükleri huşu içinde söyleyemiyor. Çünkü o Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiği, tanıdığı birisiyle konuşmaktan hoşlanıyor. Tanrı’nın kendisinin çok yükseğinde olduğunu, ayrıca duaların ölüm korkusu karşısında etkisiz olduklarını düşünüyor.
Rüyalarında sisli bir dünya, acayip, garip geometrik şekillerde prizma, koni kesiği, kübik, kapı ve duvarlarını gündüzsefalarının sardığı, dar ve karanlık pencereleri evler görüyor. Güçlü ihtiyaçlarının doğurduğu birikmiş, yığılmış bir şehvet duygusu, uykularında özgürlüğe kavuşuyor.
Sık sık bir tabutta olduğu duygusunu yaşıyor. Yaşadığı dünyaya alışamamışken öteki dünyada tekrar yaşama düşüncesi içine korku salıyor. Bu dünyanın bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü için olduğunu düşünüyor. Ölümden sonraki hiçlik ümidiyle teselli buluyor.
Korkuları var. Yastığımdaki tüylerin hançer yüzlerine dönüşeceği, ceketimdeki düğmelerin alabildiğince büyüyüp birer değirmen taşı gibi olacağı, ve ekmeğin yere düşerse cam gibi kırılacağı korkusu, uyursam lambadaki yağın yere akacağı ve kenti tutuşturacağı korkusu, kasap dükkânı önündeki köpeğin ayaklarının at tırnakları gibi sesler çıkaracağı endişesi, ya ihtiyar hurdacı, yaygısı önünde gülmeye başlar da bitip tükenmek bilmezse gülüşleri ürküntüsü, avlumuzdaki havuzun kenarında solucanlar Hint yılanları olursa korkusu, karyolam bir mezar taşına dönüşür de altına beni alırsa korkusu ve o dehşet: sesim kısılırsa nasıl bağıracağım, ya kimse yardıma koşmazsa.
Benzer korkuların birini ya da birkaçını belki biz okurlar da yaşıyoruz. Mesela rüyamızda sesimiz kısılırsa nasıl yardım isteyeceğimize dair endişeye çoğumuz kapılmışızdır ama anlatıcıda dile gelen korkular bu kadar çok olup yan yana gelince, Sâdık Hidâyet’in zihninden damıtılıp bize bu şekilde ulaşınca hikâyeye devam etmek gerçekten zorlu bir çaba gerektiriyor.
Maskelerle de derdi var anlatıcının. Hayat, soğuk, kayıtsız, herkes maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin. Fakat bazıları hep aynı maskeyi kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske. Tutumlu kimselerdir bunlar. Bir kısmı evlatlarına saklarlar maskelerini; bir kısmı da vardır ki boyuna maske değiştirirler ama yaşlandıklarında görürler ki bir sonuncu maske kalmış ellerinde ve bu da pek çabuk eskir, o zaman maskenin gerisinden gerçek yüzleri çıkar ortaya.
Murathan Mungan’ın şiirinde eski sevgili üzerinden anlattığı maskeli balo ve oradaki eski yüzler geliyor akla. Demek hayata, aşka ve kendine dair kafa yoran herkesin maskelerle derdi var. Öte yandan bütün bu satırları okuyup duruma bir de bu yandan bakınca kendi taktığımız maskelerle de yüzleşiyoruz.
Afyon içiyor anlatıcı ve Sâdık Hidâyet. Afyon mangalımın başındayım; bütün karanlık düşüncelerim, göksel ince bir dumanın içinde erimiş, yok olmuşlardı. Böyle zamanlarda düşünen, rüya gören gövdem oluyor; gövdem ağırlığından, hava basıncından kurtulmuşçasına, renkler, hayallerle dolu bir dünyada uçuyordu. Afyon, kendi uyuşuk bitkisel ruhunu gövdeme üflüyordu ve ben bitkisel bir âlemde dolanıyordum.
Roman dense de daha çok bir uzun öykü niteliği taşıyan hikâyede hayallerle gerçek arasındaki sınır belirgin değil. Neresi afyon mangalının kıyısında başlıyor neresi bir şarap şişesinin başında bitiyor, biraz bulanık. Takıntılar, korkular, sanrılar ve yalnızlık duygusu çok baskın.
Sâdık Hidâyet modern İran edebiyatının kurucularından kabul ediliyor. Bu eseri ilk kez 1936 yılında Bombay’da yayımlanmış ve kitabın İran’da satışının yasak olduğuna dair bir de not eklenmiş.
Fransızca basımından Behçet Necatigil’in şahane çevirisiyle dilimize kazandırılmış. Farsça orijinalinden çevirileri de varmış.
Sâdık Hidâyet, soylu bir ailenin çocuğu. Belçika’da mühendislik eğitimi görmüş, Paris’te Fransız dili ve edebiyatıyla ilgilenmiş, hatta ilk öykülerini Fransızca yazmış. Hindistan’a gidip Sanskritçe öğrenmiş, Buda’nın bazı yazılarını Farsçaya çevirmiş. Tahran Merkez Bankası’nda çalışmış, Güzel Sanatlar Akademisi’nde tercümanlık yapmış.
Başbakan olan eniştesinin Müslüman bir yobaz tarafından katledilmesi sonun başlangıcını getirmiş ve hayatın sınırındaki Hidâyet Paris’te hayatına son vermiş.
Kör Baykuş adlı eserinde, anlatıcının dilinde Sâdık Hidâyet’in zihninin izlerini sürüyor ve onun sorgulamalarını, kırılganlığını, korkularını, özlemlerini, gözlem yeteneğini, ümitsizliğini ve ölüme yakın duruşunu okuyoruz.
Bu kitapta pek anlaşılmasa da Ömer Hayyam’a hayran bir yazarmış Sâdık Hidâyet, hatta Hayyam’ın rubailerini bir de o toplayıp yayımlamış ve şöyle demiş: “Hayyam’ın felsefesi, tazeliğini hiçbir zaman yitirmeyecek. Çünkü görünüşleri küçük ama içleri dolu, yüklü bu rubailerde, çağlar boyu insanı şaşırtmış, yanıltmış önemli, karanlık bütün felsefî sorunlar ele alınıyor.”
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Kör Baykuş’ta Behçet Necatigil’in önsözü ve Hidâyet’in yakın arkadaşı, İran Edebiyatı ve Kültürü Profesörü Bozorg Alevî’nin sonsözü yer alıyor. Önsözle başlayıp hikâyeyle devam ederek sonsözle bitirmek, kitaba ve yazara dair son derece doyurucu bir okuma deneyimi sunuyor.
Konusu, içeriği, tarzı ve bazı Farsça ve Arapça kelimelere yer vermesi nedeniyle zor bir kitap da olsa üst düzey bir okuma keyfi yaşamak isteyenler buyursunlar efendim!