Murakami’nin 1983’te The New Yorker dergisinde yayımlayıp 1993’te yayımlanan The Elephant Vanishes kitabında yer alan Barn Burning öyküsü, Güney Koreli yönetmen Lee Chang-dong tarafından 2018’de Şüphe ismiyle sinemaya uyarlandı. Cannes’da Fıprescı Ödülü alan Güney Kore’nin 2018 Oscar adayı Şüphe, Adana Film Festivali’nde de En İyi Film Ödülü almıştı. Şüphe 11 Ocak’ta vizyona giriyor.
Japonya’nın Batılı yazarı Murakami, üretkenliğiyle zengin bir literatür ortaya çıkardı. Beslenme kaynaklarını Japon edebiyatından ziyade Amerikan ve Avrupa edebiyatlarına yaslayan yazar, kimi Japon eleştirmenlerce yerel özellikler göstermemesi açısından eleştiriliyor. Ancak onun “yerel olmayan” edebiyatı dünyanın her yerinde sadık bir okuyucu kitlesi yattı. Murakami’nin 14 romanı 60’a yakın öyküsü ve bir dizi deneme ve diğer eserleri var. Bu geniş çeşitlilik sinemacılar için önemli bir cazibe merkezi. Ancak insanın kişisel ruh halinin ve içsel yolculuğunun fotoğrafını çeken Murakami’yi görsel dünyaya aktarmak hiç de kolay olmuyor.
Şüphe’ye kadar yapılan Murakami uyarlamaları
Sayıca az da olsa kültürel olarak oldukça geniş bir hatta Murakami uyarlamalarından söz etmek mümkün. Japon, Vietnamlı, Koreli hatta Meksikalı ve Amerikalı yönetmenler onun eserlerinden uyarlamalar yaptılar. İlk romanı Hear the Wind Sing 1982’de aynı isimle Japon yönetmen Kazuki Ohmori tarafından sinemaya uyarlanmıştı. 1983’de A Girl, She Is 100% isimli öyküsü aynı isimle Naoto Yamakawa’nın kısa filmine kaynaklık etmişti. 2005’te ise yine bir Japon yönetmen Jun Ichikawa, Tony Takitani öyküsünü aynı isimle sinemaya uyarladı. Japon olmasına rağmen Batılı bir ismi olan ressamın yaşadığı toplumsal yabancılaşmanın etkilerine odaklanan çalışma, uzun zaman sonra çekilen ilk uzun metraj Murakami uyarlamasıydı. 2008’de İsveç doğumlu Amerikalı yönetmen Robert Logevall, Murakami’nin kısa öyküsü All God’s Children Can Dance’ı aynı isimle sinemaya uyarladı. Film pek çok Murakami uyarlaması gibi beklenen etkiyi yapmaktan uzaktı. Meksikalı Carlos Cuaron’un yönettiği 2010 yapımı kısa filmi The Second Bakery Attack, Murakami’nin aynı isimli öyküsünden çekilmişti. Murakami bu uyarlamaların hiçbirinden hoşnut olmadığını söyleşilerinde dilendiriyorken aynı yıl Vietnamlı meşhur yönetmen Tran Anh Hung, yazarın sevilen romanı İmkansızın Şarkısı’nı sinemaya uyarlamak için kolları sıvadı. Murakami yönetmenle görüştüğünde 2 şey istediği söylenir. İlki senaryoyu görmek, ikincisiyle bütçesinden haberdar olmak. İmkansızın Şarkısı güzel görüntüleri olan, tarihin belli bir döneminde geçen bir hikâyeyi yansıtmaya çalışan ama Murakami’nin edebiyat lezzetini görsel dünyaya taşıyamayan bir uyarlama olmuştu. Bu yıl genç Japon yönetmen Daishi Matsunaga yazarın Hanalei Bay öyküsünden aynı isimle bir uyarlama çekti ama henüz görme fırsatımız olmadı. Japon,Vietnamlı, Meksikalı ve Amerikalı yönetmenler Bu naif öyküler yazan, toplumuna yabancılaşmış karakterlerin seyrini tutan Murakami’nin büyüsüne kapılmıştı ama onun edebiyattaki derinliğini görselliğin yaygın seyrine ulaştıramamışlardı.
Edebiyat sinema ilişkisi
Uyarlama kavramı üstüne sinemanın ilk zamanlarından günümüze kadar son derece geniş bir zeminde tartışmalar yürütüldü. Uyarlanmış yeni sanat ürününün uyarlanan metinle karşılaştırılması, aralarındaki benzerlik ve farklılıklar, sadakat ve özgünlük kavramları bu ilişkinin temel tartışma konuları oldu. Birçok yazar ve yönetmen bu tartışmaya müdahil olup yeni ufuklar açtı.
Fransız film eleştirmeni Andre Bazin, iyi bir uyarlama asıl yapıtın sözünü ve özünü yeniden kurabilendir der. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin usta yönetmenlerinden Luchino Visconti “yeniden kurma”nın ete kemiğe bürünmüş görsel halini Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini sinemaya aktarıp özgün bir Visconti filmine dönüştürdüğünde göstermişti. Sadakat kavramı üstüne de Sovyet yönetmen Sergey Bondarçuk’un 1966 yapımı uyarlaması örnek gösterilebilir. Filmde dönem dekorlarına özen gösterilmiş, roman neredeyse satır satır estetik kaygılar güdülerek sinemada yeniden yaratılmıştı.
Bu çetrefil denklemde temel dayanak, yönetmenin yansıtan değil yaratan olduğu bilinciyle
yazılı dünyada yapılan etkiyi görsel dünyada yeniden oluşturmaya çalışmak olmalı.
Öyküden filme Şüphe
Murakami’nin Barn Burning öyküsü Türkçeye çevrilmeyen çok sayıda Murakami çalışmasından biri. İnternette İngilizcesini bulmak mümkün. Öyküde evli orta yaşlı bir adamın pandomim eğitimi alan parasız genç bir kızla kurduğu iletişim ve onun babasından miras kalan parayla Afrika seyahatine çıkıp orada ansızın tanıştığı sevgilisiyle yaşadıkları üçlü ve girift ağ anlatılır. Öyküde; Murakami’nin her zamanki ayrıntıları önemseyen, ince düşünülmüş cümleleri arasında karakterlerin inşasının seyrini takip ederiz.
Öyküde kızın sevgilisi genç, dış ticaret işiyle meşgul ama çalıştığı görülmeyen konfor sahibi bir yeniyetmedir. Bir ot içme ortamında yalnız kaldıklarında öykünün ana karakterine düzenli olarak ahır yaktığından bahseder. Murakami’nin başarılı anlatımıyla “yağmur yağdığı için yargılanıyor mu ki ben ahırları yaktığım için yargılanayım? Onlar benim onları yakmamı bekliyorlar” derken ana karakter için artık hangi ahırın yanacağı yeni bir dert olmuştur.
Yönetmen Lee Chang-dong öyküyü uyarlarken hem Murakami’nin edebiyatından izler taşıyan hem de Güney Kore’nin yerel özelliklerinden hareket eden değişiklikler yaparak anlatımını özgünleştirmiş. Ancak filmin öyküden farklılıklarından önce sinematografik başarısından bahsetmek elzem. Filmin görüntü yönetmeni Kyung-Pyo Hong, Güney Kore sinemasının başarılı filmlerinde çalışmış bir isim. Kara Büyü-The Wailing(2016), Anne, Kar Küreyicis-Snowpiercer(2013), Kan Kardeşleri-The Brotherhood of War (2004) gibi unutulmaz yapımlarda görüntü yönetmenliği yapmış. Anlıyoruz ki Şüphe’nin etkileyici ve hikâyeye hizmet eden görselliği tesadüf değil.
Edebiyattan görselliğe farklılaşan Şüphe
Öyküde evli olan karakter filmde genç bir yazar adayına dönüştürülmüş. Öyküde parasızlığı daha belirgin olan kadın karakterinse parayla kurduğu sorunlu ilişkisi filmin sonuna doğru belirginleşiyor. Öyküde bu ikili birbirini dinleyen iki iyi sohbet arkadaşı olarak verilir. Filmdeyse sevişmeye varan bir yakınlık resmedilir. Üstelik bu yakınlaşma, genç yazar adayı Lee’nin üstünde; kedisine bakmak için sürekli genç kadının evine gidip yatağında mastürbasyon yapmasına vardıracak kadar tutkulu bir iz bırakmıştır. Yönetmenin en özel hamlesiyse Murakami’ye adeta selam gönderircesine yazar adayının en sevdiği yazar olarak William Faulkner’dan bahsetmesidir. Murakami’nin Barn Burning öyküsünde bu ayrıntı yoktur ama zaten Murakami’nin öyküsü, William Faulkner’ın 1939’da yazdığı aynı isimli öyküsüne yapılan açıktan bir göndermedir. Konusu da benzerdir. Faulkner’ın öyküsünde de ahırları yakan bir karakter vardır.
Filmde öyküdeki zengin gencin yakmaktan keyif aldığı ahırlar sera bahçelerine çevrilir. Ancak öyküde olduğu gibi genç yazar adayı Lee sera bahçelerinin izini sürüp yakılmalarına engel olmaya çalışır. Zengin gencin kendisine ait sınıfsal bir hak görürcesine kimin olduklarını umursamadan yaktığı seralar, yazar adayının uykularını kaçıran bir vebale dönüşür. Film, sınıflar arası gerginlikler ve aşk denklemi üstünde durur.
Kore gerçekliğinde bir uyarlama
Karakterlerin aile ilişkilerine baktığımızda Kore’nin açmazları karşımıza çıkar. Yazar olmak isteyen işsiz gencin annesi onu küçükken terk etmiştir. Babası ise annesini bütün elbiselerini henüz çocukken ona yaktırmıştır. Babası da öfke patlamalarına engel olamadığı için hapistedir. 16 yıl sonra annesi çıka geldiğinde sohbetlerinin ilk konusu annesinin para talebidir. Âşık olduğu kız ise yüklü kredi kartı borcundan beş parasızdır. Üstelik ailesi de borçlarını ödemeden onu kabul etmez. Televizyonda ise Güney Kore’de genç nüfustaki rekor düzeye çıkan işsizliğin haberini duyarız. Film, ailenin kapitalizme yenildiği bir coğrafyanın fotoğrafı gibidir.
Murakami öykünün sonunu eylemsiz, mevsim döngüsünden bahsederek bitirse de yönetmen filmin taşıdığı sınıfsal çatışmayı eylemsiz bitirmez. Hesap soran, babasından getirdiği, hiç fark etmediğimiz şiddet genlerini nihilist bir zenginin aymazlığına karşı kullanan bir karakterin çarpıcı eylemiyle sonlandırır.
Şüphe hiç şüphesiz en başarılı ve en özgün Murakami uyarlaması. Hem yazarın dünyasını es geçmiyor hem de Güney Kore’nin şiddet ve kapitalizmle kurduğu ilişkiyi görmezden gelmeyip yerel özellikleri filmde başarıyla kullanıyor.
Rıza Oylum – edebiyathaber.net (11 Ocak 2019)