Okurların kitapları seçmesi gibi kitaplar da okurlarını seçiyor bence. Öyle olmalı. Jose Saramago’nun 1995 tarihli kitabını okumamın şimdiye, böyle bir zaman denk gelmesi tesadüf olamaz. Olmamalı. Sadece kitabı değil, zamanlamayı da doğru okumam gerektiğini düşünüyorum. Hatta bundan eminim.
Yazarlar var bu hayatta. İyi yazarlar var. Bir de dahi yazarlar, dünyaya gelmiş ve yazmış olmalarına şükredilmesi gereken yazarlar var. Saramago üçüncü grubun en güzel örneklerinden. Yazılarındaki dilin gücü, öngörüleri, kehanetleri, tahlilleri, sorguladıklarında ve sorgulayış şeklindeki cesareti başka türlü açıklanamaz.
Neredeyse otuz yıl önce yazılmış bir romanda anlatılan her şeyin bugüne uyarlanabilecek kadar benzeşmesi önce inanılmaz gelse de sonra tam da bu yüzden müthiş inanılır geliyor.
Adı belirsiz bir ülkenin yine adsız bir şehrinde körlük salgını başlıyor. Bulaşıcı olduğu var sayılıyor ve ilk kör olanlar, salgının yayılmaması için boş bir akıl hastanesinde tecrit ediliyor. Salgın beklenenden daha bulaşıcı çıkıyor ve içerideki hasta sayısı hızla artıyor. Kapısında silahlı askerlerin nöbet tuttuğu hastane bir süre sonra zorbalığın hüküm sürdüğü bir hapishaneye dönüşüyor. İçeriye yiyecek gönderiminin aksamasıyla birlikte, önce açlık korkusu sonra da bizzat açlığın kendisi, içeridekilerin kendilerinin de inanmakta güçlük çektikleri şeyler yapmalarına sebep oluyor. Her şeye ve herkese hâkim olan kaos, silahlı bir grubun yiyecekleri ele geçirip diğerlerini hükmetme hakkını kendilerinde görmelerini sağlayacak ortamı yaratmakta gecikmiyor. Öyle ki bu çete, yiyecek vermek için önce değerli eşyaları sonra da canları “kadın çekince” genç yaşlı tüm kadınların bedenlerini istemeyi kendilerinde hak görüyor.
Kapıdaki askerlerin de kör olmasıyla akıl hastanesinden bozma bu hapishaneden çıkmayı başardıklarında, dışarıdaki hayatın içeriden daha kolay olmadığını görüyorlar. Ya da görmüyorlar da fazlasıyla hissediyorlar diyelim. “Görmek” fiilinin dile ne kadar yerleştiğini fark edip zaman zaman kendi aralarında, hayatlarını hafifletme adına şakalar yapıyorlar.
Tüm hikâyede görebilen sadece bir kişi var. Bir göz doktorunun karısı. Beyaz körlüğe neden yakalanmadığını bilmiyor ama öyle şeyler görüyor, öyle şeylere tanık oluyor ki görmeyi bir lütuftan çok bir ceza gibi yaşıyor. Hatta kör olmayı dilediği zamanlar oluyor ve bundan çok utanıyor. Gören tek kişi olmanın ağırlığından kurtulmak için görebildiğini herkese söylemek istiyor ama “İyi yürekli körlerin merhametli ve resim gibi dünyası bitti, şimdi katı, acımasız ve amansız körler krallığı var!” diyor kocası. “Göz belki de insan bedeninin içinde hâlâ bir ruh barındıran tek kısımdır!”
Ölmemek için insanın nasıl bencilleşebileceği, içinden insan onurunu hiçe sayan canavarlar çıkabileceği, sadece hayatta kalabilmek için sonrasını hiç düşünmeden tüm erdemlerini nasıl ayaklar altına alabileceği cinayet, tecavüz, kavga hikâyeleriyle anlatılıyor.
Sonu belirsiz bir kaos ortamında “insani dayanışmayla daha eski ve en az eskisi kadar klasikleşmiş ilke, yani insan önce kendine acımalıdır diyen ilke arasında kalmış insanlar” tanımlaması yapılarak, “içlerindeki saygıya yol gösteren ışığın yitimine” açıklama getiriliyor. Aç insanların karınlarını doyurabilmek için nelerden vazgeçebileceklerini vurgulamak için, krallığını tek bir ata değişmeye rıza gösteren kral örneği veriliyor.
Hayatta kalmaya çalışmanın esas olduğu bu ortamda dayanışma ve örgütlenme pek akla gelmiyor. “Örgütlü ortak bir eylem çıktı hep, kitlesel eylem önerildi, defalarca doğrulanmış geçerli argüman olarak da sayı arttıkça gücün arttığı ileri sürüldü, diyalektik savın yücelttiği gibi, genelde birbiriyle bir araya pek gelemeyen iradelerin belirli koşullarda bir araya gelebileceği, hatta bu sayının sonsuz kadar çoğalabileceği ileri sürüldü.” Ama bütün bu savlar, fikirler, öneriler rağbet görmüyor ve sonuçsuz kalıyor. Korku ve panik tüm fikirlerin üzerine çıkıyor.
Dışkılama eylemi, burnumuza pis kokular gelmesine sebep olacak kadar çok konu ediliyor. Bu ihtiyacın her koşulda ve her yerde gerçekleştirilebilecek bir eylem haline gelmesi, “insandan hayvana dönüşme” ifadesiyle anlatılıyor.
Sadece yiyecek değil, elektrik ve su da yok. “Evlerinin musluklarından bu değerli sıvının bir damlasının bile akmayacağı doktorun karısının aklına gelmemişti, işte uygarlığın kusuru bu, evimizin musluğundan akan suyun rahatlığına alışıyor ve bunun olabilmesi için dağıtım vanalarını açıp kapatan birilerine, elektrik enerjisiyle çalışan barajlara, suyun debisini ve rezervini düzenleyen bilgisayarlara ihtiyaç duyulduğunu ve bütün bunlar için gören gözler bulunması gerektiğini unutuyoruz”. Felaketin boyutunu anlatan şahane bir bölüm.
Romanda paragraf yok. Nokta ve virgül hariç noktalama işareti de yok. Tüm konuşmalar ve diyaloglar Saramago’nun kendine has tarzıyla düz yazı biçiminde yazılmış. Bu durum kitap ilk ele alındığında okurda bir zorluk hissi yaratsa da daha ilk satırdan itibaren hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Zor olan okumak değil, gerçeklerle yüzleşmek.
Romanın bir yerinde, olup biten her şeyi kayıt altına almaya çalışan tatlı bir kör yazar çıkıyor karşımıza. “Bir yazar, yazabilmesi için gerekli sabra hayatta her zaman sahiptir!” diyor ve tükenmez kalemin kâğıt üzerindeki girinti çıkıntılarını elleriyle yoklayarak yazmaya çalışıyor. “Eğer körseniz, elinizdekiyle yetinmeniz dünyanın en doğal davranışıdır.”
Evrensel bir eser oluşturma adına hikâyelerin yaşandığı yerlerin adı verilmediği gibi karakterlerin de adları yok. Sıfatlarla anılıyorlar; İlk Kör, Doktor, Doktorun Karısı, Koyu Renk Gözlüklü Genç Kız, İlk Körün Karısı, Gözü Siyah Bantlı Adam, Şaşı Çocuk.
Jose Saramago Portekiz’in ilk Nobelli yazarı. 1998 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken: “Başka bir gezegene, oradaki kayaların yapısını incelemek için araç gönderebilecek kapasiteye sahip bu şizofrenik insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini umursamayabiliyor. Mars’a gitmek, yanı başındaki komşuna gitmekten daha kolay görünüyor.! diye konuşma yapmış.
1991 yılında yayımladığı ve İsa’yı insana dair zaaflarla anlattığı İsa’ya Göre İncil romanı nedeniyle Katolik kilisesi tarafından aforoz edilip ülkesini terk etmek zorunda kalmış. Yaşamının geri kalanını Kanarya Adaları’nda geçirmiş. 2010 tarihindeki ölümünden sonra Vatikan açıklama yapmış: “Saramago, dünyaya kötülüğü yaymak için gelmişti.”
Körlük’te buna da değiniliyor. “Herkesin bildiği gibi, kötülük en kolay yapılan şeydir.” deniyor. “Ne iyilik süreklidir ne de kötülük, ya da daha edebi bir ifadeyle, Ne mutluluk sonsuza dek sürer ne de mutsuzluk, bu yüce özlü sözleri yaşamın ve kaderin bahtsızlıklarından geçerek öğrenmeye zaman bulanlar söylemişlerdir.”
Keşke bütün “kötülük yaymaya gelenler” böyle olsa, ne diyelim!
Gerçek kötüler ve kötülüklerle yüzleştiğimiz bugünlerde bu distopik ve metaforik romanı okumanın tam zamanı.
Son söz: “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler!”
edebiyathaber.net (28 Şubat 2022)