Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Gorki gibi yazarların önemli eserlerini Türkçeye çeviren Koray Karasulu Twitter’da “Kötü çeviri diye bir şey yoktur, kötü yayınevi vardır, basiretsiz tacir vardır” diye yazmış. Benim bu paylaşımdan usta çevirmenlerden Nuray Önoğlu’nun yeniden paylaşımı ile haberim oldu. Nuray Önoğlu, Karasulu’nun paylaşımını alıntıladıktan sonra “Editörler, yazarın/çevirmenin olası hatalarını/kaçırdıklarını görsün ve düzeltsin diye vardır. İyi editör çalıştırmayan yahut hiç editör çalıştırmayan da basiretsiz tacir” diyerek bu tezi geliştirmişti.
Bu görüşe neden olan da usta çevirmenlerden Yiğit Yavuz’un “İlk çevirilerimin üstünden yirmi sene geçti. Adamın biri bulmuş, kendine malzeme yapmış. Evet, ne hatalarım var onlarda. Editörler de bakmamış, fark etmemiş. Bunlar olur. Genel olarak, anca 5-6 kitaptan sonra çevirmenlik biraz olsun oturur. Acemi çevirmene iyi editör lazımdır” paylaşımı olmuş.
Usta çevirmenler pek itibar etmezken özellikle genç çevirmenler bu tezler üzerine kendi görüşlerini paylaştılar. Çoğunluk “kötü çeviri” olmayacağı kanısındaydı. Suç tabii ki “basiretsiz tacir” olan yayıncılardaydı. İşlerini iyi yapmalı, kötü çevirileri iyi editörlere okutturup hatalarını düzeltmeli, “iyi” hale getirmeliydiler.
Ben de “Kötü çeviri vardır. Öyle kötüdür ki editör, redaktör ne yapsa onu düzeltemez. Evet “Acemi çevirmene iyi editör lazımdır” ama kötü çeviriye en iyisi bile kâr etmez. Çeviri bedelini ödeyip çöpe attığımız çeviriler bilirim” diye bir cevap yazmıştım. Bu düşüncemi yazarken de kendi kırk yıllık yayıncılık deneyimim aklıma gelmişti; çevirmenlerle yaşadığımız iyi ve kötü anılar.
1980’den beri yayıncılık yapıyorum. 43 yıl olmuş. Aradan geçen yıllarda yayıncılık sektörü birçok değişim geçirdi. Gelişti, yenilendi ve hızla büyüdü. Her büyümenin de kaçınılmaz olarak iyi ve kötü yanları vardır. Hepsini yaşadık. Sahte çevirilerden yapay zekâ’nın yaptığı çevirilere geldik.
80’lerde düzeltmen olarak yayıncılık sektöründe çalışmaya başladığımda tipo dizgi çağını yaşıyorduk. Yani kitaplar satır satır kurşuna dökülüyor, satırlardan sayfalar bağlanıyor, sayfalar biraraya gelip formaları oluşturuyor, basılıyordu. Yazarlar ve çevirmenler de genellikle daktilo kullanıyordu. Genellikle diyorum çünkü elle yazanlar da vardı. Bir kitabı yayına hazırlamak uzun ve yorucu bir işti. O zamanlarda da bazı yazarlar, çevirmenler eserlerinin “mükemmel” olduğunu düşünerek dokundurtmak istemezlerdi. Çevirileri konuşacaksak, çok çevirmen yoktu. Çevirmenlerin çoğunluğu bizden yaşça büyük, deneyimli kişilerdi ve sektöre yeni çevirmen pek girmiyordu. Çünkü çevirmenlik düzenli ve iyi gelir getiren bir iş olarak görülmüyordu. Telif eserlere olduğu gibi çevirilere de bir kereye mahsus ödeme yapılıyordu genellikle. Kitabın satış fiyatı üzerinden yüzde almak gibi usuller yaygın değildi.
1952’de yürürlüğe giren 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’na göre ilk yayınlanışının üzerinden 10 yıl geçmiş eserleri yabancı yazar ya da yayıncıyla sözleşme yapmadan, telif ücreti ödemeden Türkçeye çevirmek, basmak mümkündü. Sanıyorum bu şartların da verdiği rahatlıkla 10 yılı doldurmuş çeviri eserleri istediğiniz gibi kısaltmak, değiştirmek mümkündü.
Yayıncılar kendi buldukları eserleri çevirtebildiği gibi çevirmenler de “bu eseri çevirmek istiyorum” diye kitap önerebilir, hatta kimseye “çevireyim mi” diye danışmadan beğendikleri kitapları çevirir, sonra da uygun yayıncı ararlardı. Kâğıdın bulunmadığı, matbaalarda kitap bastırmanın pahalı olduğu zamanlardı. Kısaltma ve değiştirme işini bizzat çevirmen yapabildiği gibi, yayınevleri de yapardı. Kimse yadırgamaz, pek eleştirilmezdi bu uygulamalar.
Mickey Spillane’nin Mike Hammer’ların çevirisini yapan Kemal Tahir’in çevirecek kitap kalmayınca yeni maceralar yazması geçmişte yaşanmış olduğu için hoş bir anekdot olarak ve bir meziyet olarak anlatılıyor. Şimdi bir yazar böyle bir şey yapsa başına neler gelir, düşünmek bile istemiyorum.
Sahte çeviri konusunda Kemal Tahir yalnız değildi. Nihal Yeğinobalı’nın Genç Kızlar adlı ilk romanını ABD’li bir yazarın çevirisi gibi Vincent Ewing takma adıyla yayınlattığını da anımsayacaksınız. Çünkü romanı bir Türk yazarı olarak ve kendi adıyla yayınlatamıyordu, yayıncılar satmaz diyordu. Nitekim çevir gibi yayınlanınca her zaman çok satan bir eser olmuş.
İngilizce bildiğim anlaşılınca düzeltmenlikten redaktörlüğe terfi etmiştim. Görevim de İngilizce çevirileri yayına hazırlamaktı. Redaksiyon işinde genel eğilim Türkçe çeviri metni dil ve anlatım açısından düzeltmek, yazım hatalarını gidermekti. Orijinal metne bakılmıyordu. Zaten genellikle ortada orijinal bir metin olmuyordu. Çevirmene güvenmek zorundaydınız.
Seksenlerde kurulmaya başlayan ve günümüz yayıncılık sektörünün temel taşlarını oluşturan yayınevleri işi daha ciddiye alıyor, mutlaka orijinal metni görmek istiyordu. Ama usta çevirmenler için böyle muamelede bulunmak yani orijinali ile karşılaştırmak istemek hakaret olarak görülebiliyordu. Dışarıdan işler yaptığım yayınevinde toy redaktör olarak kitabın orijinalini istediğimde kendisine sahtekâr dediğimi düşünen çevirmen abimizin ilk tepkisi bana çok kızmak oldu. Çevirisini alıp gitmeye kalktı. Önce editör, ardından patron araya girdi ve çevirmen abimiz teskin edildi. Orijinal kitap geldi.
Orijinali ile karşılaştırdığımda çeviride birçok yerin atlanmış, özellikle betimlemeler yapılan uzun paragrafların özetlenmiş olduğunu gördüm. Onları işaretledim. Editöre gösterdim. Çevirmen abimiz ile görüşmeye karar verdik. Oldukça gergin geçen görüşme sonucunda bu atlamaların ve özetlemelerin çok normal karşılandığını anladım. Çevirdiği bir bestseller romandı ve biz hızlı çeviri istemiştik. “Hızlı çeviri ancak bu kadar olur,” diye beni azarladı. Çevirisi de patronumuzun kararıyla, olduğu gibi yayınlandı. Ben de işten ayrıldım. Aradan yıllar geçince anladım ki 4-5 kitabı aynı anda çevirmekle övünen, Türkiye’nin en çok çeviri yapan çevirmeni olarak rekorlar listelerine aday gösterilen abimizin tarzı buymuş ve bunu hiç gizlemezmiş, röportajlarda da söylemiş. Böyle çalışan tek çevirmen de değilmiş. Yaygın bir uygulamaymış.
1988 yılında Mehmet Ali Yılmaz’la Sezen Aksu’nun kurduğu, Ali Saydam’ın genel müdürü olduğu Güneş Yayınları’nda göreve başladım. Dönemin genel eğilimine uygun olarak kurulmuş bir dergi grubuydu. Enis Batur’un başlatıp Selim İleri’nin sürdürdüğü sanat – edebiyat dergisi Argos’un yanında birçok farklı konuda dergi yayınlanıyordu ve yayınevinin kitap yayınlayan bir bölümü de vardı. Kitap bölümünün başına getirilmiştim. Hemen her türde kitap yayınlayacak büyük bir yayınevi olacaktı. Benden önce zaten bazı kitapların yayınlanmasına karar verilmiş, sözleşmeleri yapılmış ve çeviriye verilmişti. Sözleşme yapılan çevirmenler de sektörün en önemli çevirmenleriydi. Bazı sözleşmelerin süresi dolmak üzereydi, alarm vermemiz, işleri hızlandırmamız gerekiyordu.
Gönül Suveren ve Gülten Suveren kardeşler de sözleşme süresi bitmek üzere olan, acil çevrilmesi gereken kitaplardan birini çevirmeyi kabul etmişti. Bir bestseller. Yanlış anımsamıyorsam Gülten Hanım’la görüşmüştük. Çok deneyimli olduğu için derdimizi anladı. “Kitabı ikiye böleriz yarısını ben diğer yarısını ablam çevirir, istediğiniz tarihte çeviriyi teslim ederiz” dedi. “İkinizin kullandığı sözcüklerde, terimlerde farklılık olmaz mı” diye sordum. “Hayır olmaz, biz sürekli birlikte çalışıyoruz” diye karşılık verdi.
Gerçekten de kitap hızla çevrildi. Redaksiyonlarımızı Enver Ercan yapıyordu. Ona da hızlı olmasını rica ettim. İki gün geçmeden Enver geldi, metnin başındaki aslan’ın sonradan kaplan, tren garı’nın istasyon olduğunu gösterdi. Çeviri kötü değildi ama böyle birçok uyumsuzluk vardı. “Basiretli bir tacir” olarak metni satır satır orijinali ile karşılaştırarak düzeltip uyum sağladık. Ben de bir daha bir kitap için birden fazla çevirmenle çalışmam diye yemin ettim.
Meğerse hızlıca çevrilmesi gereken kitaplarda çok yaygın olarak kullanılan bir yöntemmiş birden fazla çevirmenle çalışmak. Kitabı beşe altıya bölüp aynı anda birçok çevirmenle çalışarak hızlıca çeviriyor ya öylece yayınlıyor ya da redaksiyonda dil ve anlatım uyumunu sağlıyorlarmış. Bu yöntemin çeviriyi bedavaya getirmek için kullanıldığı söylentisini de duydum. Yayınevine çeviri yapmak için başvuran çevirmen adaylarına deneme çevirisi olarak kitabın birer bölümü veriliyormuş. Sonra o deneme çevirilerini usta bir redaktör-çevirmen orijinal metinle karşılaştırarak düzeltiyormuş ve müstear adla ya da kendi adıyla yayınlıyormuş. Tabii ki bu bir söylenti ama akla yakın geliyor.
Gelelim “Kötü çeviri diye bir şey yoktur, kötü yayınevi vardır, basiretsiz tacir vardır” paylaşımına verdiğim cevaba konu olan olaya. Henry Miller’ın eserlerini yayınlıyorduk, mektupları çevrilecekti. Sürekli çalıştığımız çevirmenlerimizin ellerinde çeviriler olduğu için çevirmen arayışına girdik. Bir çevirmen önerdi arkadaşlarımızdan biri. Üç çevirisi iyi yayınevlerinden yayınlanmış, yani deneyimli bir çevirmen. İngiliz dili ve edebiyatı öğrenimi görmüş. Çeviri kitaplarından ilki Amerikan edebiyatından öyküler antolojisi. Henry Miller’dan da bir öykü var. Çevirmenle görüştük, anlaştık. Gönlümüz rahat bekliyoruz.
Çeviri bir türlü gelmek bilmiyor. Arayıp sorduğumda çeviriyorum cevabını alıyorum. Aylar sonra çeviri geldi. Redaksiyonu yapması ricasıyla çevirmenlik de yapan bir redaktör bir arkadaşımıza metni yolladık. 24 saat geçmeden aradı, “bu metni düzelteceğime yeniden çeviririm daha kolay olur,” dedi. Çeviri hem yanlışlarla doluydu hem de Türkçesi kötüydü. Abartmıyorum, düzeltme gerekmeyen tek bir satırı bile yoktu.
“Basiretli tacir” ne yapmalı, diye sordum kendime. Sözlük tanımına göre; Basiretli Tacir, geleceği gören, sezgisi yüksek, dikkatli ve yapacaklarının nereye varacağını bilen ya da bilmesi gereken, ticari iş, işlem ve eylemlerinin hukuki, mali ve ticari sonuçlarını öngörmesi gereken kişidir. (https://hukukbook.com/basiretli-tuccar/) Borçlar Kanunu’nda yayıncılık sözleşmelerine ayrılmış özel bir bölüm vardır ve bence eser sahiplerinin haklarını korumak açısından Fikir ve sanat Eserleri Kanunu’ndan çok daha mükemmeldir. Basiretli tacir olunacaksa borçlar kanunundan çıkarılacak derslerden ilki beyana itibar etmemek olmalı. Benim de çeviri işini vermeden önce yapmam gereken, üç ayrı yayınevinden çeviri kitabının yayınlanmış olmasına bakmadan çevirmen hakkında araştırma yapmak olmalıydı. Aslında çevirmenle anlaşmadan önce deneme çevirisi yaptırmalıydım ama karşınızda “deneyimli” bir çevirmen varsa bu hoş karşılanmaz, hatta kabul görmez, tatsızlık yaratır. Deneme çevirisi yaptıramıyorsam yapmam gereken basiretli davranıp meslektaşlarıma danışmaktı. Üstelik çevirmenin yayınlanmış üç kitabının yayıncıları da tanıdığım kişilerdi. Baştan yapmam gereken işi sonda yaptım, yüzümü kararttım ve antolojiyi yayınlayan arkadaşı aradım. O da açık yürekle çevirmenle yaşadıklarını anlattı. Onlara da kötü bir çeviri getirmiş, “kötü çeviri diye bir şey yoktur, basiretsiz tacir vardır” diye düşünüp çeviri süresinden daha fazla zaman harcayarak redakte etmişler, yani yayıncılık deyimiyle adam etmişler çeviriyi ve sektöre hem “iyi bir çeviri” hem de “yeni bir çevirmen” kazandırmışlar. Çevirmen de aynı şekilde iki yayınevine daha çeviriler yapmış. Onlar da “kötü çeviri diye bir şey yoktur, basiretsiz tacir vardır” diye düşünüp bu çevirileri adam edip yayınlamışlar. Böylece yayıcılık sektörümüz “deneyimli” bir çevirmen kazanmış(!). Çevirmenlikte “basiret” aranmadığı için de yeni çalıştığı yayınevlerine tabii ki önceki çevirilerinin nasıl bir yayınlanma sürecinden geçtiğini anlatmamış.
“Basiretli tacir” olarak ne yapmamız gerekiyordu? Sözleşmeye uygun olarak çevirmene ödemesini yaptık ve çeviriyi kullanmayıp yeniden çevirttik. Peki basiretli olması gerekmeyen çevirmen ne yaptı? O zaman sosyal medya, Twitter gibi alanlar olmadığı için olsa gerek “çevirimi aldılar ama yayınlamadılar” diye bizi ifşa edemedi, aleyhimizde kampanya açamadı ama dedikodumuzu yaptı ve bizi dava açmakla tehdit etti. Neyse ki avukatı basiretli biriydi. Durumu izah edip, yayınlanmamış çeviriye telifini ödediğimizi de söyleyince anlayışla karşıladı ve dava açmaya gerek görmedi.
edebiyathaber.net (20 Eylül 2023)