İyiye dair arzularımızın kesintiye uğratıldığı bir süreçte varlık çabası veriyoruz. Kitapların dünyası ile içerisinde bulunduğumuz yaşam arasındaki çelişki bazen insanı çıkmaza sokuyor çünkü bilginin, rüyasını kurduğunuz yaşamın, hayatın gerçekliği ile olan imkânsız ilişkisi bize şöyle bir soru sorduruyor: Bize her şeyin iyi olacağına dair umut vaat eden metinler mi yoksa, hayalini kurduğunun gerçek olamayacak kadar zor olduğunu hatırlatan metinler mi? Son dönem fikrim bizi gerçek ile yüzleştiren metinlerin, kuru kuru umut vaat eden metinlerden daha çok “iyiye” dair anlamlar içerdiği yönünde. Çünkü bu bir yüzleşme sağlıyor, kötülüğün “sıradan” olduğu bir çağda bunu bilmek ve ona göre rüya görmek gerekiyor belki de. Toplumların kriz dönemlerinde ortaya koyacağımız iyimser tavır, “anormal” diyebileceğimiz yaşanmışlıkların bize “normalmiş” gibi aksettirmesine sebep olabiliyor. İşte bu nedenle bize dünyanın çürümüşlüğünü, iyiye dair arzunun zorlu yolları olduğunu gösteren metinler, sanırım içerisinde bulunduğumuz süreçte bize yaşadığımız dünyayı hatırlatması açısından oldukça önemli.
Bu bağlamda kafamdan devamlı geçen iki öykü var son süreçte. Bu öykülerin konusu bize kötülüğün görev hâline gelmesini, sıradanlaşmasını ve otoritelerin gücünü, kendi gücü olarak görenlerin, gündelik yaşamda “farklılaştırılmış” olanın yaşamını nasıl yaşanmaz kıldığını hatırlatıyor. Bundan dolayı size bir süredir kafamı tırmalayan bu öykülerden bahsetmek istedim. Böylece hem yaşadıklarımızın ne ifade ettiğini sorgulama imkânı bulacağımızı hem de nasıl bir dünyada var kalma çabası verdiğimizi anımsayacağımızı düşünüyorum.
Kafka’nın “Cezalılar Kolonisi”[1] bu süreçte en çok aklıma gelen öykülerden, temas edenlerin hatırlayacağı gibi, itaatsizlik ve üste hakaret suçundan ölüme mahkûm edilmiş bir erin durumu anlatılıyor metinde. İdam esnasında hazır bulunmak için kumandan tarafından gönderilen konuk, mahkûmun zincirini tutmakla yükümlü er, idamı gerçekleştirecek subay dışında kimsenin olmadığından bahsediyor Kafka. Anlaşılan, o kadar sıradanlaşmış ki durum kimsenin ilgisini çekmiyor bu “idam gösterisi”. Subay idamı gerçekleştirecek aygıtın yok edilmesi ile karşı karşıya ve dışarıdan gelen yüksek imtiyazlı konuğa, aygıtın gerekliliği konusunda tutkuyla vaaz veriyor. Ölen kumandanı tarafından icat edilen bu aygıt onun için neredeyse kutsal. Burada subayın konumu oldukça ilginç onun için idam edilecek mahkûm bir nesneden öte anlam ifade etmiyor. Ancak aygıt her şeyin ötesinde bir anlama geliyor. Bu öyküde subay “kötülük uygulayıcı” bir memur imajı oluşturuyor ben de. Ve bana Nurdan Gürbilek’in şu cümlesini çağrıştırıyor; “Bir ülkede kötülük hâkim olabiliyorsa eğer, bu cani ruhlu insanların sayısı arttığı için değil, kötülük sıradanlaştığı içindir.”[2] Subayın içinde bulunduğu durum biraz da bu değerlendirme ile ilgili. Üstünden devraldığı aygıt ki -bunu bir otorite temsili olarak düşünebiliriz- subay tarafından içselleştiriliyor. Subay için aygıtın idam işlemini işkence ederek gerçekleştirmesi, doğal bir hâl olarak karşımıza çıkıyor böylece. Çünkü mahkûmun suçu, ne kadar acı çekeceği, bir insan olduğu, bedeni bir taş parçası kadar anlam içermiyor “Cezalılar Kolonisi”nde.
Tüm bunlar bana dünyada ve coğrafyamızda içerisinde bulunduğumuz süreci hatırlatıyor. Otoritelerin gücünü içselleştirenler, sıradanlar, memurlar bu gücün verdiği etki ile “kötülük memurluğuna” soyunuyorlar. Baskı aygıtlarının işlevini böyle algılamak gerekiyor. Kafka’nın bu öyküde bize gösterdiği şeylerden birisi de bu, bir yerde kötülük normalleşmişse, insani olanın, iyiye dair arzunun pek önemi kalmıyor.
Bununla birlikte kötülüğün normal hâle gelmesinin hazırlandığı bir süreçten de söz edebiliriz. Buna dair aklıma gelen öykülerden birisi Fred Uhlman’ın “Kavuşmak”[3] adlı uzun öyküsü. Öykü, Nazizmin yükseldiği günlerde farklı kimliğe sahip iki genç olan Conrad von Hohenfels ile Hans Schwartz arasındaki dostluğu anlatırken, otoriter politikaların gündelik yaşamı ne hâle getirebildiğini gözler önüne seriyor. “Kavuşmak” öyküsü bize, kimliklerinin farkında bile olmayan iki dost arasındaki ilişkinin aileler ve otoritenin gücünü kendisine mâl ederek, okulda ve yaşamın herhangi bir alanında kendisini onun kötülüğünün uygulayıcısı olmaya adamışların tavrıyla nasıl zarar gördüğünü gösteriyor. Hans’ın Yahudi kimliği nedeniyle, okulda arkadaşları ona karşı tavır değiştiriyorlar, oturduğu masaya “Yahudiler Almanya’yı berbat etti. Uyanın Ey halkım” yazan kâğıtlar yapıştırıyorlar. Eskiden çok sevdiği öğretmenleri ona sırtını dönüyor. Hans yalnızlaştırılırken, arkadaşı Conrad ailesinin de baskısıyla tüm bunlara sessiz kalıyor. Böylece iki arkadaş birbirinden uzaklaşıyor. Burada öğretmenlerin ve okuldaki diğer çocukların tavrı dönemin otoriter politikalarının gündelik yaşamda kötülüğün yayılmasında nasıl belirleyici olduğunu gösterirken, asıl anlatılan Hans’a kimliğinden dolayı kötülük yapmanın bu politikalar nedeniyle normal kabul edilmesi. Uhlman, böylece bize gündelik yaşamda yukarıdan dayatılan politikaların nasıl tek tek bireyleri etkilediğini, dostlukları bozduğunu, komşuyu düşman bellettiğini gösteriyor. Dünyanın neresinde olursak olalım bunun farkında olmadığımız sürece, bir gün en yakın dostumuzu düşman belleyebilir ona kötülüğü normal karşılayabiliriz diyor kısacası.
Bu iki öykü bize çok şey anlatıyor. Yaşadıklarımız, yaşatılanlar birdenbire ortaya çıkmadı. Yaşamı savunmanın bizi “kötü”, “suçlu” yaptığı bir hayatı sürdürmeye çalışırken, maruz kaldıklarımız çoğunluk tarafından “normal” kabul ediliyorsa bu Gürbilek’in söylediği gibi, canilerin artmasından değil, kötülüğün sıradanlaşmasından, gündelik yaşamın her alanında otoritenin gücünü içselleştirip, bunu bir memuriyet görevi gibi yerine getirenlerin varlığından. Aklıma Kierkegaard’ın şu bahsi geliyor; “Bir tiyatronun kulisinde yangın çıkmıştı. Bir soytarı sahneye çıkıp seyircileri durumdan haberdar etti. Herkes de şaka söylüyor sandı, bir alkış koptu; soytarı yine aynı şeyi tekrarladı; alkışlar daha da arttı. Ben dünyanın da işte böyle, söylenenin bir şaka olduğunu sanan cin fikirli şaka severlerin sıradan alkışları altında yerle bir olacağını düşünüyorum.”[4]
Dünyanın ve insanın durumunu anlatan yüzlerce teori, düşünür, edebiyat metni ve yazar var. Bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar, bir şeylerin iyi gitmediğini, insanın, hayvanın, doğanın zarar gördüğünü bağırıyorlar. Kötülüğün normal olduğu yerde kimsenin huzur bulamayacağını ifade etmeye çalışıyorlar. Ne insan ne de dünyanın diğer türleri aygıtların nesnesi değil diyorlar ve şaka yapmıyorlar: Tıpkı Kierkegaard’ın soytarısı gibi. Belki de boşa çabalıyorlar diye düşünüyor insan bazen, çünkü içerisinde bulunduğumuz durum, tüm bu yaşanmışlıklar “hiç” bile hissettirmeyecek kadar ağırken, okuduklarımızdan öğrendiklerimiz bir şey ifade etmemeye başlıyor. Ama duracak mıyız hayır çünkü bunlar şaka değil ve bu gerçeklik incitici olduğu kadar çok şey öğretici. “Kötüden kastım” diyordu Spinoza, “iyi olan bir şeye ulaşmamızı engelleyen şey”[5], iyiye ulaşmak için engeller olduğunu kabul etsek bile yaşama dair olandan vazgeçmeyeceğiz elbette, bazen hiç bile hissetmeyecek kadar yılgınlığa kapılsak da bu çaresizlik hissi kötülüğün normal olduğu bir ortamda bize yaşatılanlardan çok, bir şeylerin yanlış gittiğini bir türlü anlatamamaktan.
Emek Erez – edebiyathaber.net (12 Şubat 2018)
[1] Kafka, F. (2015), “Bütün Öyküler ‘Cezalılar Kolonisi’”, (Çev. Kâmuran Şipal), s. 133-166, İstanbul: Cem Yayınevi.
[2] Gürbilek, N. (2014), “Sessizin Payı”, s. 34, İstanbul: Metis.
[3] Uhlman, F. (2017), “Kavuşmak”, (Çev. Özlem Uygun), İstanbul: Kolektif.
[4] Kierkegaard, S. (2013), “Aforizmalar”, (Çev. Nur Beier), İstanbul: Pinhan.
[5] Spinoza, B. (2014), “Ethica”, (Çev. Çiğdem Dürüşken), İstanbul: Alfa.