Doğu yolculuğundan döndüğümden beri ülkeme dair umutsuzluğum iyice arttı. Evet; kötülüklerin, bırakılmışlığın, yoksulluğun, sefaletin, cehaletin, din kıskacındaki hayatların birçok yüzünü gördüm.
Bir yer, tek bir örnek bile bize ne olduğumuzu, nerede nasıl durduğumuzu anlatabilir.
Ve gördüm ki; bir kentte eğitim/yerel yönetim/adalet sistemi yeterli çalışmadığında her türlü kötülük bir ur gibi hayatı sarmalıyor.
Hava kirliliğinden sokağın haline, kentteki mimari dokudan karmaşaya, sokaktaki hayattan evlerdeki yaşama, insan ilişkilerinden inanç biçimine kadar her şey ile durum kendini anlatıyor size.
Bırakılmışlık, iğretilik…
Ve kötülüklerin anası diyebileceğimiz tembellik…Bunu var eden üretimsizlik…Ve de dinin bir afyon gibi bu yoksul hayatlar üzerine düşen gölgesi…Bir sömürü aracına dönüşen inanç sistemi…Bilmeden inanma, yakarıyla Tanrı’dan medet umma…Verilenle, olanla yetinme; hayatı değiştirmek için hiçbir çaba göstermeme…
Doğu’da cemaatler var, tarikatlar var…Ayrıca din simsarları ve din baronları da var. Konuştuğum bir din baronu,; “devlet yaptı da biz mi engel olduk” diyordu, “neden insanlara hep kuran kursu deyip, okul eğitim demiyorsunuz” soruma karşılık verdiği yanıtta…
Çocukluk kentimin viraneye dönmüş sokaklarını, artık yok olan mahallelerini gezerken yer yer o ucube TOKİ evleri de çıkıyordu karşıma. Dönüşüm adı altında bir kent yıkılıp yok ediliyordu. İşinin ehli olmayan müteahhitlerin diktiği beton yığınları bir iki yılda dökülmeye başlamıştı bile.
Böyle bir evde oturan bir dostuma konuk olduğumda, sekiz katın merdivenlerini tırmanmak zorunda kalmıştım. Yapı, aynen, Sovyetler’de gördüğüm toplu konutları andırıyordu. Beş yıllık bina delik deşikti, asansör çalışmıyor, müteahhitle mahkemelik olunduğu için 4-5 ay daha da çalışmayacak gibi görünüyordu.
Her katın kapı önlerindeki ayakkabı yığıntısı da birçok şeyi anlatıyordu aslında. Burada, kentteki köylüleri anlamaya çalışıyorum. Çünkü ova ve dağ köyleri neredeyse kente boşalmış. Tarım ve hayvancılık yok artık, bitmiş de denebilir. Bir zamanlar hayvancılığın merkezi olan kentin dükkânlarında Afyon’un sucuk ve pastırmaları satılıyor. Nereye göz atsanız her çeşit ürün başka yerlerden taşınmış buraya. Kendi peynirini, yağını, ununu üretemeyen bir kente dönüşmüş Erzurum. Bunu kırmaya çalışan, entegre bir süt fabrikası kuran Fersin Suma faiz lobisince intihara sürüklenmişti geçen yıl. Kent suspustu, adalet sistemi çalışmıyordu ne yazık ki!
Bir zamanlar kentin tek sanayi işletmesi olan Ağır Bakım Fabrikası’ndan geride kalan mekânı geziniyorum. Yanımda Horasan ilçesinin eski belediye başkanı var. Eli kalem tutan, yazan, aydın biri. Anlatıyor: Erzurum Teknik Üniversitesi kurulduğunda bu mekânın kampus olarak değerlendirilmesi gerektiğini, böylece çevresindeki yoksul semtin de ıslah edilip semtler arası denge kurulabileceğini dile getirmişler birçok platformda. Sivil toplumun bu dileği kabul görmemiş, üniversite götürülüp ovada tarım alanının ortasına kurulmuş. Bu eski Ağır Bakım Fabrikası’nın yeri ise belediyenin bir nevi deposuna dönüşüyor. O güzelim taş yapılar mezbelelik içinde bırakılıyor.
Kentin neresine baksanız unutulmuşluğu, iğretiliği, viraneliği gözlüyorsunuz. Doğal gazın geldiği kentte hava kirliliği had safhada. Gecekondu bölgeleri siyaseten taşınan kömürlerle ısınmaya devam ediyor.
Bir kent gerçek sahiplerini yitirip el değiştirince yıkıntının, kötülüklerin önü alınamaz. Üretime dönük ticaret çarkının dönmediği, toprağının işlenmediği bir yer üzerinde üç dört kuşaklık bir aileyi tutamaz. Niteliksiz göç alıp nitelikli göç veren kentleri geleneksel dokularıyla korumanız, geleceğe taşımanız mümkün değildir. Anadolu bunun örnekleriyle doludur…
Oysa ki, Gaziantep Kayseri, Bursa tüm özelliklerini koruyarak gelişirken; kimliklerini de hep var etmişlerdir.
Unutmayalım ki, kentler de insanlar gibidir. Siz ona nasıl bakarsanız o da sizde öyle yaşar, yaşatır her şeyi…İyilikler kadar kötülükleri de…
______
(*) Vergilius
edebiyathaber.net (13 Aralık 2022)