Düşünün! Ya bir gün hafızalarımız ve anılarımız birdenbire siliniverse, en yakınımızdakilere dair hatıralarımız giderek sislere gömülüp kaybolsa? Unutmak mı dünyayı daha iyi ve katlanılabilir bir yer yapar yoksa bize acı verse bile geçmişi hatırlamak mı?
2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Japon asıllı İngiliz romancı Kazuo Ishiguro’nun 2015 yılında yayımlanan son romanı “Gömülü Dev” (The Buried Giant) daha ilk sayfalarından itibaren zihnimize sisli bir tedirginliğin tohumlarını ekerek, roman boyunca bu soruların cevabını aramaya davet ediyor bizleri. Gömülü Dev bireysel ve kolektif bir Alzheimer hastalığı olarak da okunabilecek bir eser. Yapı Kredi Yayınları Kazuo Ishiguro’nun pek çok eserini dilimize kazandırdı, Gömülü Dev Roza Hakmen’in eşsiz ve titiz çevirisiyle buluştu okuyucularla.
Gömülü Dev, Britanya’nın efsane kralı Arthur ve Büyücü Merlin devirlerinde, yaşlı karı-koca Axl ve Beatrice’in bir zamanlar bir oğulları olduğunu hayal mayal, sisler arasında, yarım yamalak hatırlayıp onu bulmak için ölümü de göze alarak çıktıkları fantastik yolculuğu anlatıyor. Ishiguro aynı zamanda başarılı bir senarist, haliyle onun romanlarında bir sinema filminin en ince ayrıntılarına kadar kurgulanmış sahneleri ve atmosferi içinde buluyor okuyucu kendini. Daha romanın ilk sayfalarında Ortaçağ İngiltere’sinde, Briton ve Saksonların yaşadıkları köylerde, uçsuz bucaksız yeşillikler, tepeler ve tehlikeli topraklarda zorlu, gizemli, zamanı aşan fantastik bir yolculuğa çıkarıyor bizleri Ishiguro.
Gömülü Dev bireysel ve kolektif belleği sorgularken, gerek Ortaçağ edebiyat geleneğinden gerek çağdaş fantastik edebiyatın kolektif hafızasından yararlanıyor. New York Times ve The Guardian roman için “George R.R. Martin ve Tolkien’in topraklarında geziyor” derken, bir yandan da 14. Yüzyıla ait “Sir Gawain ve Yeşil Şövalye” (Sir Gawain and the Green Knight) şiirinin, mitolojik anlatıların izlerini görüyoruz romanda. Romalıların terk ettikleri Britanya’da savaş nihayet sonlanmış, sivri tepeler, geniş bataklıklar arsında Sakson ve Briton köyleri, köyleri çevreleyen, muhafızların koruduğu yüksek çitler, paslı zırhıyla dolaşan yenik bir şövalye, ilaççı kadın, kayalıklardan fışkıran kutsal diken çalısı… Yarı masal, yarı rüya, melankolik bir atmosferde geçen, çoğu bölümlerde üçüncü kişi kimi bölümlerde de birinci kişinin sakin anlatımıyla, yer yer şiirsel bir dille kaleme alınmış pastoral bir tablo.
Sonraki dönemlerde İngiltere deyince akla gelen kıvrımlı toprak yollara, sakin çayırlara o zamanlar rastlamanız zordu. Issız, işlenmemiş topraklar kilometreler boyunca uzanır, yer yer sarp tepeleri ya da çıplak bozkırları aşan engebeli patikalara rastlanırdı. Romalılardan kalma yolların çoğu artık parçalanmış, kimini ot bürümüştü, kırlardan ayırt edilmez olmuşlardı. Irmaklarla bataklıkların üzeri, bu topraklarda hâlâ varlığını sürdüren yamyam devlerin ekmeğine yağ süren dondurucu sislerle kaplıydı.
Ishiguro’nun toplumların geçmişleriyle yüzleşmek yerine unutmayı seçmesini ele aldığı bu romanda Axl ve Beatrice ve o topraklarda yaşayan herkes unutkanlık hastalığına yakalanmış. Nasıl ki Alzheimer hastalığı kişiyi önce adım adım yakın çevresinden, sonra kendinden uzaklaştırır, bir süre sonra mevcut yaşamıyla ilgili anılarını teker teker silikleştirip en sonunda da insanı kendi kendini dahi tanıyamaz hale getirirse, romandaki Britonların ve Saksonların da hatıraları öylesine bulanık. Tıpkı bataklıkların üzerinde asılı duran kadar koyu bir sise gömülmüşler. Oldukça yoksul bir Briton köyünden olan Axl ve Beatrice’in birbirlerine hitapları ise o denli saygılı ki; Axl Beatrice’e “Prensesim”, Beatrice ise Axl’a “Kocam” diye hitap ediyor. Onların birbirlerine saygı dolu bu hitapları bana Ortaçağ İngiltere’sinden ziyade geleneksel Japon kültüründeki saygıyı hatırlatıyor. Bunda Ishiguro’nun Japon köklerinin de etkisi olabilir kanımca.
“Önce bir düşünüp taşınalım zaten prensesim. Az önce güneşin doğmasını beklerken düşündüm de, önce oğlumuzun köyüne gidip onunla konuşmamız lazım. Annesiyle babası olsak bile, günün birinde karşılarına dikilip köyüne yerleşmeyi rica etmemiz yakışık almaz.”
“Haklısın kocam.”
Yaşlı karı-koca Axl ve Beatrice’in yolculuklarına yamyam devler, büyülü tepeler, ejderhalar, cinler, savaşçılar, yenik şövalyeler eşlik ediyor. Peki ya ilk başlarda pek de öyle korkulmayan, kışkırtılmadıkları sürece pek de feci sayılmayan yamyam devler, çarpık bedenleri sislerin arasında belirmeden çok önce kesik kesik nefesleri işitilen yaratıklar, bir tepenin altında gömülü ve sessizce yatan efsanevi devler hep öyle sakin mi kalacaklar?
Yolculuk boyunca, insanların hatıralarını ortadan kaldıran ve Beatrice ve Axl’ın kısaca “sis” dedikleri unutkanlığın aslında azılı ve akıllı dişi ejderha Querig’in büyülü nefesi olduğunu öğreniyoruz. Ülkenin kaybolan hafızasını geri getirmenin tek çaresi Querig’i öldürmek, barışı korumanın tek çaresi ise geçmişi bu amnezik sis perdesinin arkasına saklamak. Ejderhayı öldürmesi için kralı tarafından gönderilen saldırgan Sakson savaşçısı Wistan, bizzat Kral Arthur tarafından görevlendirilen şövalye Sir Gawain ve yolcularını ölümden sonraki dünyayı simgeleyen “ada” ya götüren gizemli bir kayıkçıyla da kesişiyor Axl ve Beatrice’in yolları.
“Bana kalırsa Querig eylemleriyle değil, süregiden varlığıyla tehdit oluşturuyor. O serbest oldukça her türlü fesat topraklarımızda veba gibi yayılacaktır ister istemez… Querig nadiren ortalıkta görünüyor olabilir, ama birçok karanlık güç ondan kaynaklanıyor; bunca yıl sağ bırakılmış olması yüz karası.”
On yedi bölümden oluşan romanın son bölümüne kadar Ishiguro bilmeceleri ve gizemleri çözmüyor. Axl ve Beatrice gerçekte kim? Oğullarına ne oldu? Nereye gidiyorlar? Eğer gerçekten kim olduklarını hatırlarlarsa ve kendi yüreklerinde gömülü devler ortaya çıkarsa, birbirlerini yine de aynı şekilde sevebilecekler mi? En önemlisi de, birlikte o büyük son yolculuğu üstlenebilecekler mi?
Ara sıra bir karı-kocanın adaya birlikte geçirilmesine izin verilir, ama nadiren. Aralarında olağandışı güçlü bir bağ olması gereklidir. Olduğu vakidir, inkâr etmiyorum, işte bu yüzden, adaya geçirilmeyi bekleyen bir karı-koca, hatta evli olmayan sevgililer gördüğümüzde onları titizlikle sorgulamak bizim görevimizdir. Çünkü aralarındaki bağın birlikte geçebilecekleri kadar güçlü olup olmadığını algılamak bize düşer.
Roman bir yönüyle bana Saramago’nun dünyadaki herkesin birer birer kör olduğu ve romanın sonunda görme yetilerini yeniden kazandıkları “Körlük” romanını anımsatıyor. Saramago “körlüğü” distopik bir dünyada ele alırken, Ishiguro “unutkanlığı” yarı tarihsel, fantastik bir dünyada ele alıyor. Her iki romanda da kaybedilen yetiler yeniden kazanıldığında mutlu sona varılamıyor, çünkü artık hiç kimse eskisi gibi değil. Ne anılarını tekrar kazanan ve birbirlerini bağışlamayı kabul eden Axl ve Beatrice, ne de ilk kör olan göz doktoru ve kör olmadığı halde kör taklidi yapan karısı, hiçbiri gerçek kazananlar değiller, zira zaferleri kaderlerinde pek bir değişiklik yapmıyor.
1954 yılında Nagasaki’de doğan ve beş yaşındayken ailesiyle birlikte İngiltere’ye yerleşen Kazuo Ishiguro’nun annesi Shizuko henüz on sekiz yaşındayken II. Dünya Savaşı sırasında Nagasaki’ye atılan atom bombasından kurtulanlar arasındaymış. “Dünya şu anda çok belirsiz umarım tüm Nobel ödülleri bu dönemde pozitif bir güç olur” diyor Ishiguro Nobel Ödülü törenindeki konuşmasında. Giderek sise, karanlığa, unutmaya bürünen dünyamızın üzerindeki sis perdesini edebiyatın aralayıp kaldırabileceğini ümit etmek düşüyor biz okurlara da.
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (21 Aralık 2017)