Bir yangın tarihine, tarihin hiçbir döneminde değişmeyen bir barbarlığa tanıklık ediyoruz. Çığlığın tanıklığına. Yanık ekmek kokusuna karışmış bedenlerin kokusuna. Zulmün her zaman diliminde büyüyen canavarlığına. Direnmeye ve yüzleşmeye de. Kadınların sesine ve kadınların birbirlerine değen keder ve kaderine. “Kadere doğru koşarak da kaderden kaçarak da trajediye engel olamazdım.” Eylem Ata Güleç’in, üçüncü öykü kitabı Yanımda Kal’da İki Pencere adlı öykünün kahramanlarından Şükran’a söylettiği bu cümle, bu toprakların ‘kadim tarihi’yle ‘modern tarihi’ arasındaki tüm zamanlarda yaşanan trajedilerin özetini önümüze koyar.
Öyle ya trajedi, yaşam tarzında, felsefede, ideolojide, sanat ve edebiyatta velhâsıl yaşamımızın her alanında yakamızdan elini hiç çekmedi. Bu sadece kaderine koşan veya kaderinden kaçanların gerçeği olmakla kalmadı üstelik. O kaderi değiştirmek isteyenlerin de kederi oldu. Sözün özü herkes trajedisini yaşıyor. Yanımda Kal’daki öykülerin çıkış noktası da bu trajediye dayanıyor. Her biri bir öncekinin devamı niteliğindeki öyküler bizi bu trajediyle yüzleşmeye çağırıyor. Birbirleriyle olan bağlantılarının, tanışıklıklarının, yaşadıkları trajik ve psikolojik eşiklerin tanığıdır artık okur. Arka planında toplumsal yıkım süreçlerinin belirginleştiği öykülerde, insani yıkımlar, toplumsal gerilikler, değer yargıları tarafından öğütülmüş kötülükler ve devletin zulmü ile karşı karşıyayız. Ruhsal ve fiziki bütünlüğü paramparça edilmiş, en çok da kuşatılıp kendi yalnızlığına gömülmüş, ölmeden mezara konmuş, kulağımızdan çok yüreğimizi çınlatan kadın çığlıklarını duyarız. İşte o çığlıkların sahibi ve direneni olan kadınlardır öykülerin asıl sahipleri.
Mekânsal anlatımlardan yola çıkıldığında, öykülerin tamamına yakınının 40 yıllık bir iç kanamaya tanıklık eden, tarihsel ve kültürel dokusu ile çok eski olan bir kentte geçtiğini görürüz. Diyarbakır ve Sur’un yeraltına uzanan ve yerle bir edilen mekânlarını anlamaya çalışır ve aynalı dolaplara gizlenen yaşamların sırlarına ortak oluruz. Öykülerin ve öykü kahramanlarının trajik hikâyeleri bu kırk yıllık süreçten beslenmekle birlikte, bir çok öyküde ‘an’ 2015-2016 yıllarında geçer ve ‘hayata dönüş’ günlerine kadar gider. Devletin “hayata dönüş” ve “Toledo yapacağım” adı altındaki korkunç planı, ne hayat bırakır ne de taş ev.
Eylem Ata Güleç bu mekân ve zamana serpiştirip ördüğü öykülerde trajediyi yalın hâlinden çıkartıp hemen her detaya taşıyarak görünür kılıyor. Yıkılmış kentlerin ve mahallelerin üzerinden fışkıran, büyük bir ranta dönüşen kentsel dönüşüm tuzağı bu detaylardan birisi. Yeni yapılaşmayla ortaya çıkan site yaşamının doğurduğu modern sıkışma, tüketim kalıplarındaki negatif değişim, yeni toplumsal katmanlar ve bu maddi gerçekliğin yarattığı yeni ve parçalı ruh hâlleri kayda değer bir gözlem ve anlatımla öykülere zenginlik katıyor.
Kadın, öykülerde başlı başına ana damarı temsil ediyor. Mekân ve zaman dizgisinde, geleneksel yaşam tarzını da hesaba kattığımızda kadın daha ilk öyküde Ahiret Ana karakteriyle bir şifa dağıtıcı olarak karşımıza çıkıyor. İlk öyküde ve devamında farklı zaman ve gerçeklik içinde karşımıza çıkacak olan Ayten, Ruhiye, Şükran karakterleri, ilerleyen öykülerde Nazan, Seyran ve Neva; her biri bin dertle bürülmüş yaşamlarıyla farklı sosyal çevrelerden, yaşlardan, yaşam tarzlarından gelseler de toplamda kadına dair sorunların görünür kılındığı karakterler. Hepsi birbirine uzak, ama hepsi de çok yakın ve sanki aynı kimlikler.
Ayten, şifa dağıtıcı yaşlı bir kadın olmakla birlikte geleneksel yöntemlerle istenmeyen hamileliklere son veren özelliğiyle öne çıkıyor. Sefalet yüzünden ailesi tarafından terk edilen Ruhiye; Ayten’i, kendisini ve Şükran’ı şöyle anlatıyor: “Kendimi onun annesi gibi hissetmeyi severdim. Zaten eskiden beri ikimiz birbirimizin hem çocuğu hem annesiyiz diye düşünürüm. Gerçekte o benim annem, bense onun çocuğu olmasam da.” Devam eder: “Gerçek annemin buraya öteki kadınlarla aynı nedenden ötürü geldiğini, Ahiret Ana’nın bütün çabalarına rağmen içindekini boşaltamadığını, böylelikle burada altı ay kalmaya mecbur olduğunu biliyorum. Sonrası yok.”
Hem şifacı hem de gönlünü açan bir kadın Ahiret Ana. Sadece evini, yiyeceklerini değil. Bir yaşamı paylaşıyor. “Odama dönerken Şükran Abla’yı düşündüm. Babası cezaevine girdikten sonra, annesi başını örtmesini istediği için, evden kaçmış. Sokak sokak dolaşırken tesadüfen burayı bulmuş.”
Burası denilen yer bir mahalle evinden gizli geçitle girilen ve başka bir bağlantısı olmayan özel bölüm. Orası bir anlamda Ayten’in (Ahiret Ana) doğurmak istemeyen kadınlara düşük yaptırdığı ‘şifa evi’. Tecavüz edilen kadınların sığındığı bir yer. Düşük operasyonuna rağmen doğan Ruhiye’nin ve babası cezaevine girdikten sonra annesinin baskısından kaçan Şükran’ın sığınağı. Sonraları ise kuşatma altındaki kentte militanların.
Eylem Ata Güleç, tüm öyküler boyunca bazı nesneleri, canlıları veya olguları bir metafora dönüştürüp anlamlar yüklüyor. Ruhiye, Şükranı anlatırken; “Ben biraz büyüyünce listelere oje yazmamız için ısrar eden de oydu.” diyor. Ruhiye’nin çocuk esirgeme yurdu ve okul yıllarının anlatıldığı öyküde oje metaforu yine devreye giriyor. Dayak yemesine rağmen tırnaklarına oje sürmesi bir yönüyle kurallara başkaldırıyı ve kadın isyanını simgeliyor.
Özel olarak saklanmış kutulara gizlenen kişisel geçmişleri, aynalı dolap; kadının toplumsal tecridini ifade ederken, sarı kertenkele ve yeşil kertenkele üzerinden militanlar ve askerler arasındaki çatışmalara gönderme yapılıyor. Patlama sonucu Nazan’ın kopan ayağı bir yanıyla şiddetin sakat bıraktığı insanları anlatırken daha çok da eksilmiş, aksamış, ruhsal olarak da yaralanmış yaşamlara bir gönderme oluyor. Dans eden ve sonrasında bacağı kopan kadın, bir gerçeği tekrar anımsatıyor ve öyküye dâhil ediyor. Çünkü dansın tarihi de itiraz ve varolmadır.
Buraya hemen bir parantez açmam gerekiyor. Kazı Alanı isimli öykü bir yüzleşme öyküsü aynı zamanda. Nazan’ın psikoloğu Yezras Yılmaz’ın seanslarda kendi çocukluğuna dönmesi, 1915 tehcirine uzanması, kaflelerin hep duvar diplerinde yürümeleri gerektiğini anımsatması, bir travmanın yıllar içinde mirasa dönmesi hâllerini görürüz. Yüzyıllık bir sığınma ve acıdan çıkan sonuç ise ‘bağışlama’dır. Katliam tarihinin gizli yürek avuntusudur bağışlama. Aynı zamanda yüreğin örselenmesi, acının içte yaşanması.
Yazar yukarıda da belirttiğim gibi kentsel dönüşüm adı altında yaşanan sosyal farklılaşma konularına da eğiliyor. Ayten’in koptuğu ailesinden, abisi Gazap (Gazo-Ferhat) Babara öyküsünde müteahhit olarak çıkıyor karşımıza. İlginç özelliği ise yaptığı evleri satış biçimi. Her isteyene satmıyor. Yüzlerce ismin olduğu defterler tutuyor. Aynı sitedeki evleri, aynı statüdeki kişilere satmak en büyük gayreti. Bu yeni kentleşme olgusuyla ortaya çıkan ve sitelerde temsil edilen yeni sosyal ayrışıma bir gönderme. “Arabanın bagajındaki defterleri de getirip önüme diziyorum. Dokuz adet kalın kapaklı defter. İçlerinde özenle seçtiğim yüzlerce insanın bilgileri var. Benim işim bina yapıp rastgele satmak değil! Her müşteriyi iyice tanımak ve çevresini uyumlu komşularla donatmak.” Kentleri dokusundan koparıp, insanları tel örgülerle çevrili, güvenli site olarak oluşturulan ve yeni bir yaşam biçim olarak sunulan modern cezaevlerine toplamak bir dönemin mühendislik çalışmasıydı. Hâlâ devam ediyor büyük bir hızla. Buna kentlerin hafızasını silmek demek daha doğru bir cümle gibi duruyor.
İki Pencere öyküsü ise gençlik aşkları yarım kalmış Şükran ile Alger’in yıllar sonra iki farklı sosyal statüde ve çok farklı yönlere akmış hayat hikâyelerinde yeniden bir araya gelişlerini, Şükran’ın özünden kopmuş Alger ve ailesinin yaşam tarzlarına dönük intikamcı yaklaşımını ancak tüm bu yönlerine rağmen Seyran’la evli Alger’den evlilik dışı bir çocuk doğurarak kazandığı gayri resmî statüyle hem bir sistem eleştirisi hem de iki kadının çaresizliğini okuyoruz.
Şükran, Alger’in ailesini anlatırken “Ailecek başka bir iklime aitlerdi. Şehirdeki yıkımı, acıyı, yoksulluğu hiçbir açıdan görmüyorlardı. Çocuklarına koydukları isim bile tuhaftı. Alger diye isim mi olurdu?” diyerek aslında başka türden bir yabancılaşmayı dile getiriyor.
Hemen ardından gelen Aynalı Dolap öyküsünde bu sefer Alger’in resmi eşi Seher’in gözünden aile ve yaşananlar anlatılıyor. Seher’in anlatımları sadece aile ve kendisinin aynalı dolaptaki kuşatılmışlığıyla sınırlı kalmıyor. Geleneksel töre kültürü içerisinde cendereye alınmış kadın gerçeği Seyran’ın girdiği aynalı dolap üzerinden tanımlanıyor. Bu kuşatma içinde aile baskısından da destek alan her türlü erkek şiddetinin kadını nasıl delirttiğine ilişkin anlatılar bu öykünün en can alıcı yönünü oluşturuyor.
Kitabın final öyküsü Yanık Ekmek Ucu, tüm öykülerdeki kahramanlardan sonraki kuşağın öyküsü olarak kader ve trajediyle örülmüş öykülere kapanış mührü oluyor. Okuyucuya fazla ipucu vermemek için Yanık Ekmek Ucu’nu okurken yanmış insan bedenlerinin o dayanılmaz acısının vicdanımızın kaçıp en saklanmak isteyeceği yerde bile bulup sızlatacağını vurgulamakla yetineyim. Bu ülke tarihi gençlerine rahatlıkla kıyan bir tarih aynı zamanda. Yanık ekmek ucu gibi bir kokuyu yıllardır ülkenin üzerine salmış ve o koku hep var.
Sonuç olarak Yanımda Kal’da Eylem Ata Güleç, iç içe geçmiş ve devamlılık arz eden öykülerle bu toprakların ve toplumun bitmeyen trajedisini, bir anlamda kendi trajedimizi bize gösteriyor. Yanımda Kal diyerek. Belki de beceremediğimiz tek şeyi hatırlatarak. Birbirimizi anlamayı ve yan yan durmayı. Şiirin diliyle söylersem, “anlamak temiz kalmak kadar bir başlangıçtır.”
edebiyathaber.net (13 Haziran 2024)