“Anne babalar söz konusu olduğunda her şey olabilir. Onlar Tanrı gibidirler. Bizi var veya yok ederler. Dünyayı eğip büker, istedikleri şekle sokarlar ve bizim dünyamız artık o olur. Bizim için tek dünya odur. Başka türlü neye benzeyebileceğimizi bilemeyiz.”
Sheri ve kızı Caitlin’den oluşan küçük bir aile; minik bir Akvaryum. Zor bir hayat, hırçın sular. Ve bir gün bu sular, Caitlin’in okul çıkışlarında ziyaret ettiği akvaryumda yaşlı bir adamla tanışıp arkadaş olmasıyla akıl almaz bir fırtınaya kapılır. Küçük akvaryum bir cinnet havuzuna döner. Ve anlatıcımız, küçük Caitlin bu cinnetin içinde yitirmenin, yalnızlığın ve kavuşma beklentisinin ne olduğunu öğrenir.
“Şu dünyada benim için bir kişi vardı, her şeyim oydu ve mercan tankındaki gölge, o ikiz her nasılsa onu yitirmenin ne kadar kolay olduğunu bana hissettirmişti.”
Ne kolaydır yitirmek. Göz açıp kapayıncaya dek; varmış yokmuş. Ötesi kalabalık bir akvaryum. Yitip giden gölgeler. İkizine kavuşamayan benlikler. Ve akvaryumun dayattığı ıssız unutkanlık; çok kalabalık ama kimse yok, ne bir gölge ne bir ikiz, hiç olmadı belki… Yitirmek kolaydır.
Yabancının dâhil olmasıyla öğrenir Caitlin annesinin geçmişte yitirdiklerini… Bu yitişlerin yarattığı hasarın ve deliliğin en yakın tanığı ve kurbanı olur birden. Acılara gömülmüş bir geçmişin kurban almaya devam ettiğini, acının kuşaktan kuşağa aktarılabildiğini görür.
“Büyüklerin beklenti dedikleri bir şey vardır; istediğimizi hiçbir zaman alamayacağımız anlamına gelir, hatta aslında istediğimizi alamayışımızın sebebi onu istemiş olmamızdır.”
Evet, yalnızca istemiş olmak, çok istemiş olmak bile bir olanaksızlığın başlangıcıdır. Çünkü istek korkuyu doğurur, korku ise kardeşlerini. Sonuç: Orfeus. Bir yitiriş öyküsü; her beklenti korkuyu ve kıyametini çağırır.
Günden güne yayılan kıyametin içinde Caitlin kendini zihinsel bir akvaryuma saklamaya çalışır. Ama ne fayda…
“Gerçek hayat daha çok denize benziyordu; hangi avcının ne zaman ortaya çıkacağı belli olmazdı.”
Okuldaki en yakın arkadaşı, Shalini bu akvaryumun sularını aydınlatan ve yaşanır kılan bir güneştir. Arzunun, dokunuşun, umudun ve coşkunun kaynağı olan güneş.
“(…) ve böylece kendimizi karanlıkta, düşünmeden, katıksız bir arzuyla hislerimizin kılavuzluğuna bıraktık; keşke o ilk âna, masumiyetle arzunun aynı olduğu kendi cennetimize tekrar dönebilsem.”
Keşke…
“Ölüler bize el uzatıyor, bize ihtiyaç duyuyormuş; bu doğru değil. Kendimizi bulma kaygısıyla ancak biz onlara el uzatırız.”
Bundan belki, bir elimiz hep boştadır. Bir yanımız hep boşluktadır. Ölülerin sessiz dünyasında kendimizi ararken kaçamayız Orfeus’un kaderinden. Korku benliği Hades’te bırakır; dünyaya boşta bir elle döneriz. Artık hep boşlukta kendini arayacak sakat bir elle.
Sheri bu boşlukla babasının – akvaryumdaki yabancı – yıllar sonra hayatına geri dönmesiyle yüzleşirken, Caitlin bu uçurumdan kaçınmak için umutsuzca çabalar. Direnir. Saklanır.
“Akciğerli balıklar metabolizmalarının normal hızını altmışta bire kadar düşürebilirler, ama bu zamanı da yavaşlatır. Bir gece altmış geceye uzar. Saklanmanın bedeli budur. Nefesinizi bir dakika tutun mesela ve o dakikanın ne hale geldiğine bir bakın.”
David Vann yoğun bir gerilimle ilerleyen romanın her yerine ailenin, geçmişin ve acının yükünü ustaca sindirir. Sheri’yi ezen geçmiş, Caitlin’i korkutan şimdi, dedeyi umutlandıran gelecek…
“Hiçbir hayat başka bir hayatta yaşananları bilemez.”
Bilemez ve belki de bilmemeli. Yoksa nasıl kurtuluruz hayaletlerden ve kâbuslardan? Nasıl dik tutarız sırtımızı, üstümüzde bunca yük varken? Ama öte yandan, nasıl severiz birini onun yaşantısını bilmeden? Birinin hayatı nasıl karışır bizimkine yabancı kaldıkça? Büsbütün olanaksız belki, belki kimsenin hayatı dokunamaz bir diğerine.
Vann’ın yaklaştığını adım adım sezdirdiği bir “aşk skandalıyla” birlikte herkes bir seçim yapmak zorunda kalır. Savaşmak mı kaçmak mı? Utanç mı cesaret mi? Kin mi bağışlamak mı?
“Bağışlamaya belki en çok bu kadar yaklaşabiliriz. Geçmişi silmek veya geri almak değil; bugüne dönük bir istek, bir tanıma, benimseme ve yavaşlama.”
Peki, ya geçmiş orada dururken, tüm ağırlığıyla boynumuzda bir prangayken nasıl bugüne dönük bir istek büyütebiliriz? O geçmiş uğuldarken her zerremizde nasıl tanır, benimser ve yavaşlarız? Geçmiş her an silindir gibi üstümüzden geçerken? Nasıl bağışlarız? Nasıl yaklaşırız affetmenin şifalı sularına? Mümkün mü?
“Öyle zamanlarda bir düğme kapanır gibi, bir şeyler temelli değişir; güven duygusunun, emniyet veya sevginin sonu gelir ve aynı düğmeyi tekrar bulup bulamayacağımız meçhuldür.”
Ve bazı düğmeler tek yönlü çalışır; bir kez kapandı mı fesheder kendini. Bir hayalet, dindirilmez bir sızı olur. İstese de bulamaz insan, istese de bilir istememesi gerektiğini. Bir düğme kapanmıştır. Ve artık yoktur.
Beraberinde karanlığa boğulan birçok şey gibi.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (28 Şubat 2017)