Oyuncak bir ayı. On yaşındaki bir çocuk kadar. Otobüs durağında bir güvenlik görevlisi tutuyor. Kucağında. Gece bekçisi değil isimleri ne vakittir, güvenlik görevlisi. Göz kulak olduğu, tepesi jiletli tel gerili duvarların diplerini adımladığı yığılı, boş paletlerin arkasına ürkekçe baktığı fabrikada sabah olmuş. Gecenin iktidar görünümleri bir ışık dalgası kadar sürede yetkisiz bırakmış onu. Fabrika, gündüzleri gece bekçisini istemez, gözleri şiş, kasları ezgin işçiler bile bekçinin yanında geçip gider. Can vermeden karayı bilemeyen balıklar gibi…
Soğuk gün ışığı uykusuz kirpiklerine vuruyor. Yaklaşıyoruz. Yalnızca bizim memleketimizde otobüslere böyle el ediliyor. Durak tabelasına bitişik beklesek de bırakılıp gitme korkusu var çünkü içimizde.
Az sonra binecek otobüse, kartını çıkarırken oyuncağı düşme tehlikesi geçirecek. Tek kolundan yakalayacak ayısını. Hepimizin içinde bir ferahlama… Tüm yolcular güvenlik görevlisine ve ayısına alışana kadar bakışlarını gezdirecek onların üstünde: Yeni yolcuyu kabul ritüeli.
Yolculardan biri kar beyaz tüylere bakacak. Bir diğeri ayının boynuna bağlı kırmızı kurdeleden yola çıkıp gelecek yaz yapacağı düğüne dalacak. Altın fiyatları yükseldi, fazla mesaisiz olmayacak. Bir başkası bekçinin yüzüne odaklanacak, tanıyor belki ya da birinin oğluna benzetti. Ben de çatlamış ellerini izleyeceğim, kulaklarının tepesinde bir gevreme arayacağım. Herkes kendi boşluklarının içinden uzanacak güne…
Hemen kabul edemiyoruz. Servisi kaçırmış, elinde telefon, ustabaşına gelmekte olduğunu bildiren biri, kucağında sıkıca tuttuğu sağlık raporu poşetiyle iş başvurusuna giden bir diğeri, sabahla dışarı itilmiş başka fabrikaların bekçileri, neden bu otobüste olduğunu çıkaramadığımız üstü başı düzgün orta yaşlı bir adam, akşamdan fabrika kapısına kamyonunu bırakmış bir şoför, bakıyoruz yani hâlâ. Bu oyuncak ayı bu saatte, bu kucakta ne arıyor?
Akşam kulübesine gelmeden önce çarşıya uğramış, çocuğuna hediye almış bir baba olabilir gördüğümüz. Bir yandan çocuk sahibi olamayacak kadar da genç buluyoruz onu. Güvenemiyoruz tabii, ülkenin evlenmeye olan hevesi düşüyor aklımıza. Sevdiğine de götürüyor olabilir ayıyı. Gelir gruplarının sıfıra yakınında bir eşe, sevgiliye, böyle ulu orta hediye götürmek de ayıp sayılır, herkesin içinde öpüşüyormuş hissi… Sevgilerini, verdikleri değeri göstermeyi kapalı kapılar ardında yaşamaya alışmışlardır. Küçük anlarda. Belki gençler artık aşacak bu ayıplanma sınırını, provasını otobüsün içinde bizimle yapıyor. İyi giyimli adam, herhalde oyuncak ayı üretilen bir fabrikanın bekçisi, diye düşünüyor. Bulabildiği en normal açıklama. Yanılıyor. Çeşitli geometrik şekiller çizerek ilerlediğimiz bu organize sanayinin içinde oyuncak fabrikası yok çünkü. Söylediğim gibi, bu otobüse ait değil adam, misafirimiz. Sizin için küçük bir sabah şakası tertipledik, küçük bir şaşırtmaca, nereye gidiyorsanız gitmeden önce neşelenmenize yardım etmek istedik.
Arkadaşı olmasını isterim ben. Her akşam birlikte geliyorlarmış meğer. Güvenlik görevlisi henüz gece inmemişken bir turlayıp geliyor kulübeye. O sırada ayıcık kameralardan takip ediyor dostunu, en sevdiği şey. Çay demlenecek sonra. Çay demleme işini bekçiler çok ciddiye alır, dakika tutar, çay bardağı hesabıyla demliğe dökerler kuru çayı. Güvenlik görevlisi olunca demlik poşetler girmiştir kesin araya. Temizliği de kolay. Ama gece uykusu yerindedir, akmak için hazırda bekler. O zaman birkaç tatlı anısını anlatmak ister ayıcık, dostunun uykusu açılsın diye. Yok diyor ya da diyecek şimdi, kaloriferin hangi koltuk altında olduğunu iyi bilen bir bekçi. Gerçek bir bekçi, üniformasız. Süveterli. Masa başındaki kızlardan birine gelmiştir bu oyuncak, kabul etmemiştir o da, çöpe koydurmuştur. Ben olsam ben de alırdım tabii, toruna götürürdüm, öyle almıştır ayıyı.
Tekerlekli sandalye için ayrılmış boşlukta büyük, kırmızı bavulunun başında dikiliyor bir adam. Tıraşlı, beyaz saçlı, avurtları çökmüş, dişleri eksik ve ayakkabıları boyalı. Hiç kullanılmayan şifreli basit bir kilit yeri, iç hacmi genişlesin diye bavul çevresini dolaşan fermuarı ve çok yukarı kaldırınca yuvasından kurtulan bir sapı var bavulun. Tanıyorum onu. Daha önce 89 model, Opel’iyle geliyordu. İçi bisküviler ve krakerlerle, birer kilo tartılıp poşetlenmiş meyvelerle, yaprak sarması, barbunya pilaki ve kızarmış patlıcan konserveleriyle dolu karton kutuları, arka koltuğu sökülmüş arabasında taşıyordu. Güvenlik kulübelerini, yük boşaltmak için sıra bekleyen kamyoncuları, çay molasında bahçeye çıkmış işçileri geziyordu. Seyyar bakkal işte… Bavulu var şimdi, bavulun içinde de küçülen sermayesi. Fermuarın kenarından gözüken kuruyemiş ambalajından anlıyorum bunu. Dışarıyı seyrediyor, sabah erken saatlerde geliyor ki büyük fabrika alanları boyunca çekeceği bavuluyla dolaşabileceği kadar çok müşteri dolaşsın, tedariksiz bekçilere mesai bitene kadar idare edecek küçük paket çay satsın, tellerin arasından işçilere bisküvi uzatsın. Bir tek onun dikkatini çekmiyor ayı ve arkadaşı. Her şeyin sıradan geleceği kadar uzun yaşadı belki ya da muayenesi olmadığı için bağlanan arabasını kurtarmak için ödemesi gereken ceza miktarı sarmış düşüncelerini.
Başvuru için gelen yolcu ineceği yeri kestirmeye çalışıyor. Otobüs şoförüne soruyor. Bilmezler. Her gün, günde on yedi kere önünden geçtikleri fabrikaların isimlerine dikkat etmezler. Dönecekleri göbekler, duracakları duraklar ve tutturmaları gereken dakikalar onları meşgul eder. Bekçiler müdahale ediyor, yolcunun ilk kez duyduğu fabrika isimlerini söyleyip oradan aşağı yürümen gerekiyor, diye tarif veriyor. Ben konuşmuyorum. İşe geç kalan yolcu da konuşmuyor. Biz gidiyoruz çünkü. Önümüzde karşılığını alamayacağımızı bildiğimiz, belki şükrettiğimiz, belki zorunluluktan dayanacağımız uzun saatler var. Böyle işleri, dönenlere bırakıyoruz.
Yolcuyu indirdik, otobüs hareket ederken de doğru istikamette yürüdüğünü görüp sevindik. Oyuncak ayıya da alışıyor gibiyiz. O da oturuyor arkadaşının yanında. Olabilir. Oturabilir. Neyse ne, diyeceğiz, ilk andaki merakımız boşluklarımızda kaybolacak. Bakkal da inecek birazdan. Tenteli tırların uzun bir kuyruk oluşturduğu süpermarket deposunun önünden başlayacak satışa. Saat 10’da deponun yanındaki fabrikanın çay molası sireni duyulacak. Adama alışık birkaç işçi ufak bir alışveriş yapacak. Saat ilerledikçe adam birkaç kere daha sokacak bavulu otobüsün orta kapısından. Organizenin başka bir ucuna kadar dikilecek yine bavulun başında, ayazın ısırdığı elleri gevşeyecek. Tozlanan ayakkabıları bir gün daha dayanır silerse ama ertesi gün yatmadan yine boyaması gerekecek. Eve gitmek için otobüse tekrar bindiğinde, akşam olmasının en iyi yanı, diye düşünecek, belki de para kazanmak bir yana, bavulun hafiflemesi…
Otobüsün buhar olmuş penceresini siliyor ayının arkadaşı, tarifçi bekçi Fener’in maçını yorumluyor telefonda. Bizim misafir uyukluyor. Bir kasise yaklaşıyoruz, yavaşlıyoruz.
Misafirin boşluğu nereden başlıyor, nereye uzanıyor, bilmiyorum. Zaten diğerlerinin ne düşündüğünü de hayatlarını da tahmin ediyorum. Birbirimizden haberimiz yok. Haberdar olmaya takatimiz de…
Otobüsün sıcağı midemi bulandırdı. Daha fazla düşünemiyorum