Oldukça sakin ve telaşsız Kopenhag Havalimanı’nda İstanbul uçağını beklediğim bir gündü. Genç bir anne dört beş yaşlarındaki küçük kızını havaalanının tam ortasındaki Küçük Denizkızı heykelciğinin üzerine oturtmuş, bir yandan fotoğraf çekiyor bir yandan da Hans Christian Andersen’i ve masallarını anlatıyordu. Küçük kız annesini soru yağmuruna tutuyor, besbelli denizkızının hüzünlü hikâyesini bir türlü içine sindiremiyordu. Sonunda heykelin üstünden indi, epeydir Andersen’in meşhur Uçan Sandığının yanında durmuş onları izlediğimi fark etti ve yanıma gelip “Sizin de denizkızıyla birlikte bir fotoğrafınızı çekmemi ister misiniz?” deyiverdi. Nasıl karşı koyabilirdim ki? Fotoğraf makinesini ciddiyetle ayarladı ve yaşından hiç beklenmeyecek bir bilgelikle “Masal çok hüzünlü olsa da siz gülümseyin lütfen, çekiyorum, Cheese deyin!” diyerek deklanşöre bastı.
Ne zaman resmi bir toplantı dönüşünde üzerimdeki oldukça ciddi kıyafetlerimle denizkızının kucağında oturmuş, “peynir” diyerek gülümsediğim bu fotoğrafıma baksam, aklıma Alice Munro’nun yazmaya nasıl başladığının öyküsü geliyor.
Henüz çok küçük yaşlarda okumayı öğrenen ve Hans Christian Andersen’in “Küçük Denizkızı” masalının mutsuz biten sonundan çok etkilenen Alice Munro, masal biter bitmez evlerinin bahçesine çıkmış, bir yandan evin çevresinde dolanıp dururken bir yandan da kendine göre pek çok farklı son kurgulamış kafasında. Ona göre aslında her şey Küçük Denizkızının elinde ve kendi seçimlerine bağlıymış. Prensle evlenebilmesi, mutlu olabilmesi için sıradan insanlar gibi kollara ve bacaklara sahip olması gerekiyorsa eğer, attığı her adımda sonsuz bir acı çekecek olmayı göze almalıymış. Ama Denizkızının suda ölmekten çok daha iyi bir sonu hak ettiğini düşünmüş küçük Alice. Üstelik dünyanın geri kalanının kafasında yarattığı yeni hikâyeyi bilmeyecek olmasından endişelenmemiş, çünkü hikâyeleri kafasında düşünebildiği sürece onların zaten yayımlanmış olacağını hissetmiş. Ve böylece çok erken yaşta, daha sonraları da evlerine oldukça uzak olan okuluna yürüyerek gidip gelirken sürekli hikâyeler düşünmeye başlamış kafasında.
Yüzyılımızın en önemli öykücülerinden biri olan Alice Munro, “Çağdaş kısa öykünün ustası” gerekçesiyle sadece 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün değil, aynı zamanda Kanada Governor General, Uluslararası Man Booker, Marian Engel, Trillium Edebiyat, Rea Öykü, PEN/Malamud, Giller, Libris ve O. Henry gibi birçok ödülün de sahibi! Kanadalılar Alice Munro’ya boşuna “Bizim Çehovumuz” demiyorlar elbette. Onun öyküleri hayatın tam içinden; sıradan insanların yaşamları, gelenekleri, değer yargıları ve kişisel trajedilerinden kesitler sunuyor bizlere. Munro’nun öyküleri açıkça feminist olmasalar da, hiç umulmadık köşelerde bucaklarda yaşayan, iki arada bir derede kalmış, yaşadığı ortama bir şekilde yabancılaşmış, alışılagelmiş düzene başkaldıran, kendi çetrefilli yollarını seçmek ve kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kalan, genellikle Kanada’nın küçük kasabalarında yaşayan kadınların öyküleri. Halk şarkılarına, halk hikâyelerine, efsanelere de sıkça rastlamak mümkün bu öykülerde. Erkekler genellikle daha silik ve geri planda olmakla birlikte, kadınların hayatlarının kırılma noktalarında hep bir erkek karakter var. Öykülerini neden genellikle kadınların perspektifinden yazdığını şöyle açıklıyor Munro: “Ontario’da yaşadığımız yerde okuma ve hikâye anlatma işini çoğunlukla kadınlar yapardı, erkeklerin dışarda çok daha önemli işleri vardı.”
Ülkemizde daha önce Bazı Kadınlar (2011), Çocuklar Kalıyor (2012), Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik (2013), Firar (2014), Sevgili Hayat (2014), Gençlik Arkadaşım (2016) adlı kitapları yayımlanan Alice Munro’nun “Açık Sırlar” adlı öykü kitabı, Püren Özgören’in titiz çevirisiyle Temmuz 2017’de Can Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Alice Munro “çağdaş kısa öykünün ustası” olarak anılsa da, aslında onun öyküleri alışılagelmiş öykülere göre oldukça uzun, her biri adeta birer novella niteliğinde. Genellikle de iç içe geçmiş hayatlar, öykü içinde öyküler mevcut. Bu öykülerde karakter sayısı da alışılagelmiş kısa öykü türüne göre hayli çok. Geçmiş her zaman şimdiki zamanla buluşuyor ve hep tam yanı başımızda. Karakterler hemen her gün gördüğümüz, rastladığımız kişiler, ancak onları özel kılan geldikleri yol ayrımları ve yaptıkları seçimler. Bazen küçük bir olay, karakterlerin yaşamlarının gidişatını değiştirip onlara yeni bir yol çizerken öykünün de önemli bir parçasını oluşturuyor. Alice Munro’nun öyküleri apaçık ve çekici ancak bir o kadar da rahatsız edici ve gizemli. Sıkça sessiz soluksuz ortadan yok olan, yazar tarafından akıbeti açıkça söylenmeyen ama ustaca detaylarla okura hissettirilen karakterlere rastlıyoruz. Tıpkı “Arnavut Bakire” adlı öyküde karşımıza çıkan Lottar ve tuhaf seçimi gibi. Bu öyküde usta yazar bizi iki farklı yüzyıl arasında götürüp getiriyor.
1900’lü yılların başında Karadağ ve Arnavutluk sınırındaki İşkodra Gölü kıyılarında geçen öyküde, rehberiyle beraber dolaşan, gizemli bir kadın olan Lottar, rehberinin vurulması, kendisinin de bacağından yaralanması üzerine çevredeki köylü kadınlar tarafından tedavi edilir, sonra yıllarca bu uzak ve yabancı ülkenin topraklarında kalır, buranın geleneklerine göre yaşar, dillerini öğrenir. Ta ki bir gün Müslüman bir adamla evlendirilmeye zorlanana kadar. Lottar bir seçim yapmak zorundadır ve evlenmektense bir “bakire” olmayı seçer. Yani bir kadın, ama erkekleşmiş bir kadın olacaktır bundan böyle. Tanıkların huzurunda asla evlenmeyeceğine ant içecek, erkek kıyafetleri giyecek, saçları kökünden kesilip kazınacak, kendi silahı ve yeterli parası olursa kendi atı bile olacaktır. Canı nasıl istiyorsa öyle yaşayacak, kimse tarafından rahatsız edilmeyecek, yemeğini isterse diğer kadınların aksine, erkeklerle aynı sofrada yiyebilecektir.
Alice Munro bir yandan uzak bir geçmişteki Lottar’ın sıra dışı öyküsünü anlatırken öykü içindeki keskin geçişlerle, farklı anlatıcılarla okuru günümüz Kanada’sında Charlotte ve Gjurdhi’nin tuhaf hayatlarına getiriyor. Bir de bakıyoruz ki İşkodra Gölü kıyısındaki piskoposun avlusundan anlatıcının Kanada’daki kitapçı dükkânında ve günümüzde buluvermişiz kendimizi. İç içe geçmiş pek çok öyküyü aynı anda okuyoruz. Üstelik öykünün anlatıcısı da bir kadın, o da kendi hayatında bir yol ayrımına geliyor ve önemli bir seçim yapması gerek; kocası Donald ve sevgilisi Nelson arasında. Sonunda ikisini de bırakıp çekip gitmeyi tercih ediyor.
“Yaşam denen hengâmenin sonu, önünde sonunda, bir fincan doğru düzgün kahveyle ayaklarını şöyle rahatça uzatabileceğin bir odaya sahip olmaya vardığına göre, bir erkeğin diğerinden tamamen farklı olacağını varsaymak saçmalık değil de ne?
Alice Munro aşk, nefret, evlilik, cinsellik, ihanet, flört, karşı cinsle arkadaşlık konularını sıkça ve apaçık, keskin bir dille kullanıyor eserlerinde.
“Bir keresinde, bir partide birinin, evliliğin en güzel yanlarından biri gerçek aşk ilişkileri yaşayabilmendir, dediğini duymuştum. Bu konuşmadan tiksinmiş, yaşamın böylesine çorak ve bayağı olabileceğini düşünmek beni korkutmuştu. Ancak Nelson’la ilişkim başladıktan sonra, hayretler içinde kaldım. Bunda ne çoraklık ne de bayağılık vardı; yalnızca gözü dönmüşlük, arzunun apaçıklığı ve fokurdayan bir düzenbazlık.”
Kitaba adını veren, gizemli ve kafa karıştırıcı bir öykü olan “Açık Sırlar” Kanada’da küçük bir kasabadaki yıllık geleneksel dağ yürüyüşü sırasında gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Heather Bell’in yanı sıra, kasabadaki pek çok başka kadının ve genç kızın hayatına ve trajedilerine de dokunan bir öykü. Bu hayatlar zarifçe birbirine geçiyor ve karışıyor, ne olduğu, genç kızın ölüp ölmediği okura hiç söylenmese de, sadece bir gözüküp bir kaybolan ipuçları ve anılarla çözüm okurlara bırakılıyor.
Haliyle tüm bu öyküler küçük ipuçlarını, bir parlayıp bir yok olan anıları, geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki keskin geçişleri, gelgitleri dikkatle değerlendirecek bir okuru talep ediyor.
“Kapılıp Gitti” adlı öyküde, gençliğinde II. Dünya Savaşı sırasında bir kütüphanede çalışan Louisa’yı uzaktan uzağa tanıyan Jack Agnew adlı delikanlının yazdığı mektuplar ve Louisa’nın cevaplarını okurken kısa bir öyküde kahramanın koskoca ömründeki farklı yaşlarına ve hayattaki seçimlerine tanık oluyor, geçmişle günümüz arasında gidip geliyoruz.
“Gerçi sana bir ihtiyacım olmadığını söyledim ama istediğim bir şey var. Senin bir fotoğrafın. Umarım bu isteğimle haddimi aştığımı düşünmezsin. Belki nişanlısındır ya da buralarda, tıpkı benim gibi mektuplaştığın bir sevgilin vardır… Sen sıra dışı bir kadınsın, bir Subay talibin olduğunu öğrensem hiç şaşırmam.”
Onun yerine, erkek gömleğine benzeyen, mavi ipek bluzunu giydi, saçlarını her zamanki gibi bağladı. Ona kalırsa fotoğrafta fazlasıyla soluk tenli, çökük gözlü görünüyordu. Yüzündeki anlam amaçladığından daha haşin, çok daha men ediciydi. Yine de yolladı.
“Jack Randa Oteli” en sevdiğim öykülerden biri. Gail ile Will’in Kanada’dan başlayıp Avustralya Brisbane’ e uzanan ve sonra Kanada’da sonlanan (ya da belki de yeniden başlayan) aşkları, evlilikleri, ihanetleri, ayrılıkları ve her şeye yeniden başlamalarının öyküsü bu. Bir zamanlar birbirlerine ölesiye âşık iken, kocası Will tarafından yarı yaşındaki bir genç kız, Sandy, nedeniyle terkedilen Gail’in Avustralya’ya Will’in peşinden gitmesi, kimliğini gizleyip yepyeni bir hayat kurmasının öyküsü bu.
“Evli kadınların pırlanta yüzükleri ve baş ağrıları olur. Hala da var. Gerçekten başarılı olanların, yani. Bir de, eğilmiş, ömür boyu sürecek bir yatıştırma, taviz verme pozisyonu almış, sol elle golf oynayan, tombul tıknaz kocaları var. ”
Elbette Munro’nun diğer öykülerinde olduğu gibi Jack Randa Oteli’nde de geçmiş bir şekilde bugüne sızıyor, öykü karakterleri geçmişteki seçimlerinin muhasebesini yapıyor. Bu öyküde evlilik kurumu, ilişkiler, ansızın pat diye bırakıp gitmeler ve erkeklerin ikiyüzlülükleri kadın bakış açısıyla açık, alaycı, net ve keskin bir şekilde dile getirilmiş. Munro’nun erkek karakterleri ise kesinlikle masallardaki beyaz atlı prensler değil, tam tersine sıradan, basmakalıp, şaşırtmayan, orta yaş bunalımlarına fazlasıyla kapılmış erkekler: “Kendi çocuklarından da küçük, azgın bir çıtırı gebe bırakmayı başardığı için sevinçten yerinde duramayanlar.”
Will yarı yaşındaki bir sarışının peşinden çekip gittiğinde, Gail’in dükkânına doluşmuş, giysi almaya gelen kadınların sohbetlerinin konusundan çıkarıyorum bunları elbette:
“Erkekler, çoğunlukla da bırakıp giden erkekler hakkında öyküler anlatılıyordu. Yalanlar, haksızlıklar, yüzleşmeler. Dinlerken kahkahalarla sarsılmaktan başka bir şey yapamadığın korkunç – ama basmakalıp – ihanetler. Ahmakça konuşmalar yapan erkekler. (Üzgünüm, ama bu evliliğe olan inancımı yitirdim.) Parasını karılarının ödediği arabaları, mobilyaları karılarına satmayı teklif edenler.”
Munro’nun öykülerindeki kadın karakterler durduk yere çekip gitmiyorlar, durduk yere bir çatallı yol ayrımının başında bulmuyorlar kendilerini. Vazgeçmelerinde, geçmişe sünger çekip her şeye sil baştan başlamalarında, kendilerini hiç tanımadıkları uzak coğrafyalara savrulmuş bulmalarının ardında hep umduklarını bulamadıkları, onlara hayal kırıklığı yaşatmış, vazgeçtikleri bir erkek var.
“Öyle gaddar ve çocuksuydular ki. Umudu kesmekten, onlardan vazgeçmekten başka ne yapabilirdin? Onurunu, gururunu ve kendini korumak için.”
Açık Sırlar; köşe bucakta yaşayan, kısıtlanmayı, frenlenmeyi reddeden, kendi seçimini – iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış – kendisi yapan, zamanı geldiğinde de bu seçimlerinin sonuçlarıyla yüzleşebilen sıra dışı kadınların, küçük denizkızlarının, öyküleri. Ama kesinlikle pişmanlıktan, geçmişten hesap sormadan eser yok bu öykülerde. Sadece bir zamanlar yol ayrımlarında yapılan seçimleri gözden geçirme ve sonuçlarıyla yüzleşme var hepsi o.
Hep birlikte Alice Munro’nun 2013 yılı Nobel Edebiyat Ödülü söyleşisindeki sözlerine kulak verelim: “Yazmanın bana doğuştan verilmiş bir yetenek, bir hediye olduğunu hiç düşünmedim, sadece yeterince çalıştığım takdirde bunun yapabileceğim bir şey olduğunu düşündüm. Dolayısıyla eğer bir hediye bile olsa kesinlikle kolay bir hediye değildi, hele de Küçük Denizkızından sonra hiç değildi.”
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (21 Ağustos 2017)