İzmirliler ve İzmir sevdalıları bilir. İnönü Caddesi’nin İlahiyat Fakültesi kavşağında oturuyorum. Günlük iş temposunun bittiği, evlere koşuşturulan bir saatteyim. Güzelbahçe, Narlıdere, Balçova tarafından akıp gelen yoğun bir trafik var. Bir de metro istasyonunda yürüyen merdivenlerden çıkıp gelen insan seli… Kulağımda motor sesleri, tepemde uçuşan, dönüp duran kırlangıçlar var. Güneş yavaş yavaş inmekte. Hafif bir akşam serinliği hissettiriyor kendini. Arkamdaki yeşil alandan bir cırcır böceği ben de buradayım diyor şimdi. Ona da bir “merhaba” diyorum ve çantamdaki kitaba uzanıyorum. Bu defa bir değil üç kitap geliyor elime. Üçü de ayrı mutluluk. Nedeni ise daha önce yazdığım bir yazıdaki ifadeyle söyleyeyim “hiç eskimeyen bir kitap ve her daim arkadaşımız” oluşu. Evet, Küçük Prens’ten söz ediyorum. Yetmiş yıllık telif hakkı dönemi bitince rafların her köşesinden farklı yayınevlerinin etiketiyle el sallayan Küçük Prens’ten. Fazla sayıda yayınevinden yayınlanıyor olması tabii ki rahatsız etmez fakat çevirisinin özensiz, resimlerinin orijinal olmayışı can sıkıyor.
Ve son günlerde filmi ile de gündemde Küçük Prens. Filmini henüz izleyemedim. Günlük yaşamım bu tempoyla devam ederse (ki öyle görünüyor)sinema salonlarında filmi göremeyeceğim. Neyse ki elimin altındaki kitaplar filmi görmüş, izlemiş kadar yaptı beni. Telif hakları ortadan kalkmadan kitabın tek yayıncısı olan Mavibulut, şimdi de filmin romanını, öyküsünü ve kitapçılardaki tüm Küçük Prenslerden farklı bir ölçüde yeni bir Küçük Prens’i okurlarıyla buluşturuyor. Küçük Prens ve Mavibulut etiketi yan yana gelince herkesin aklında kalan yüksek satış fiyatı hemen dile geliyor fakat bu durumun telif yasasından kaynaklı olduğunu da biliyoruz. Yapılan işin, verilen emeğin hakkını teslim etmek her zaman kolay olmuyor. Bu da böyle bir durum işte.
Gelelim kitaplara. “Küçük Prens Filmin Romanı” şöyle: “Çok çalışkan ve uslu bir kız ve onun çok disiplinli annesi bir gün yeni bir eve taşınırlar. Nedeni ise küçük kızın gideceği/ gitmek istediği yeni okuludur.” Tam da Türk tipi bir ebeveyn fedakârlığı örneği. Taşınırlar ancak yeni mahallelerinde çok tuhaf bir komşuları vardır. Eski bir pilot olan bu hayalperest yaşlı adam kısa zamanda küçük kızın en iyi dostu olacak ve ona hiç unutamayacağı bir hikâye anlatacaktır. Evet, tahminler de doğru bu arada. Yaşlı pilot Antoine de Saint Exupery ve anlatacağı hikâye de Küçük Prens’in hikâyesi. Ve sonunda kurulan bu güzel dostluk sayesinde yaşlı pilotu mutlu edecek bir sürprizle bitiyor kitap. Filmin romanı bir solukta okunacak keyifli, duygu yüklü bir roman.
İkinci kitap ise “Küçük Prens Filmin Öyküsü”. Bu kitap romanın güzel bir özeti niteliğinde. Yine film görselleriyle süslü. Yaş grubu açısından bakıldığında filmin romanına göre daha küçük yaş grubuna hitap ediyor diyebilirim. Aynı kitabın aynı hikâyenin farklı yaş gruplarına hitap ediyor olması/ olabilmesi sevindirici. Üçüncü kitap da bugüne dek görmüş olduğunuz tüm “Küçük Prensleri” unutun diyen bir kitap. Gerek boyutu gerekse de özel bir teknikle kâğıt parçalarıyla hazırlanmış harika animasyonlarla HD dediğimiz yüksek çözünürlükteki televizyon kalitesindeki görünüme hayran olmamak elde değil. O güzelim suluboya resimler yok mu artık diye hayıflanmayın hemen. Çünkü tüm bu güzellikler o suluboya resimlere sadık kalarak üretilmiş. Küçük Prens’e sahip olmak, tekrar tekrar okumak çok keyifli fakat bu kitap keyfi katlıyor, değişik bir haz bırakıyor okurunda. Kitabı bilenler biliyor, Sumru Ağıryürüyen’in Küçük Prens çevirisi kusursuzdur. Ve yayınevi yine aynı çeviriyi kullanmış bu yeni kitapta da.
Elimin altında üç nefis kitap akşamı da ediyorum işte. Sokak lambaları yanmış, trafik bir nebze hafiflemiş. Yine eve gitmek için acele edenler var olsa da yazının girişinde sözünü ettiğim telaş yok şimdi. Ağır ağır çıkıyorum ben de evimin yokuş yolunu.
Aklımda son günlerde gördüğümüz, dehşete düştüğümüz insanlık dışı görüntüler var. Ve ısrarla görmek istemeyenler. Bunları düşünürken Küçük Prens dokunuyor omzuma ve kulağıma fısıldıyor: “En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez!”
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (9 Ekim 2015)