Ece Temelkuran’ın son romanı “Devir”, geçtiğimiz ay Can Yayınları tarafından yayımlandı. Daha önce ‘Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita’ isimli romanıyla Venezüella’da gerçekleştirilen devrimi okurlarıyla buluşturan Temelkuran, bu kez ülkemizde planlanan ancak darbelerin altında kalarak gerçekleştirilemeyen devrimin hikâyesini kaleme alıyor. Romanda ağırlıklı olarak, ülkemizde üzeri örtülse de hiçbir zaman tamamen kapatılamayan 80’ler ve öncesi siyasi dönemi işleyen yazar, o dönemden kalanların günümüze nasıl ‘devrettiğini’ dönemin ezgileriyle birlikte iki küçük çocuğun gözünden okurlarına aktarıyor.
Bir dönem hikâyesi olarak karşımıza çıkan Devir’de, ülkenin bütününü ele alan olaylar, Türkiye’nin ‘devleti’ olarak bilinen Ankara’da yaşayan ve bizzat devletin içinden karakterlerin de yer aldığı bir kurgu üzerinden anlatılıyor. Bir Ankara romanı olması nedeniyle, Kuğulu Park, Kurtuluş Mahallesi, Seyranbağları, Çankaya semtlerinde okurun bir gezintiye çıkmasına fırsat veriyor.
Devir, yalnızca siyasi bir dönem hikâyesi değil, aynı zamanda bir ‘hatırlayışın’, bir ‘direnişin’ hikâyesi. Bir hatırlayışın hikâyesi çünkü 80’ler ve öncesinden günümüze kalanların aslında hiç unutmadıklarımız olduklarını hatırlatıyor. Bir direnişin hikâyesi çünkü o günün devrimcilerinin bugünün direnişçileri haline gelip gelmediğini sorgulatıyor. O günlerden kalanların, ardında bıraktıklarını bugün hatırlamalarına bir kapı açıyor. Bu yüzden kitabın kapak yazısında yer alan “Unutulmayacak olanlar kalır… Ya hatırlamayacaklarımız?” sloganı kitabın iki cümlelik bir özeti olarak karşımıza çıkıyor. İşkencelerin, ölümlerin gizlenmeye çalışıldığı bir dönemde iki küçük çocuğun o dönemi bugüne aktarışıyla süren romanda, devrime inanan insanların umutları, aşkları, planları, tek bir çatıda birleşerek kurmayı hayal ettikleri dünyaları işleniyor.
Sosyal statüleri farklı ama aynı görüşü paylaşan ailelerin çocukları olan Ali ve Ayşe’nin kitaba başkarakter olarak seçilmiş olması, okura o dönemi çocuk gözünden gözlemleme fırsatı sunuyor. Ali, ailesi kayıplar yaşamış, gecekondu mahallesinde yaşayan, evi dönemin ‘karşıt görüşçüleri’ tarafından yakılmış, ‘devrimci’, ‘faşist’, ‘oportünist’, ‘kızılbaş’ gibi terimleri henüz sekiz yaşında öğrenmiş, Ayşe’nin deyimiyle ‘çok akıllı’ bir çocuk olarak adeta okuru dönem ile ilgili bilgilendiren karakter olarak yansıtılıyor. Ayşe ise yine Ali ile aynı yaşta fakat Ali kadar bilgili olmayan, yaşının gerektirdiği şekilde yaşayan, maddi durumu daha iyi ve yine devrimci bir ailenin çocuğu olarak yer alıyor. Birlikte yaptıkları ipekböceklerini Meclis’e sokabilme ve Kuğulu Park’taki kuğuları karakterlerin deyimiyle ‘diktatörlerin’ elinden kurtarma amaçları kitabın ana teması olarak okurun karşısına çıkıyor.
Ali ve Ayşe’nin kurgu boyunca kuğuları kurtarma ve ipekböceklerini Meclis’e sokabilme amaçları, özgürlüğü çağrıştıran iki metafor olarak kullanılmış izlenimi veriyor. Yazarın, dönemin komutanının kendi bahçesine aldırdığı kuğulardan bir tanesinin bir nevi intihar etmesi sonucunda diğer kuğular için “Kırın bunların kanatlarını, uçamasınlar…” kararını verdiğini Ayşe’nin söylemesiyle, Ali’nin hikâye boyunca Ayşe ile ilk defa konuştuğu aktarımı, özgürlük temasının aslında kitapta hatırlatılmak istenenlerden biri olduğunu gösteriyor. İpekböceklerini Meclis’e sokmaya, “Kelebekler Meclis’e giremezler!” sözünü duyduktan sonra karar vermeleri, yine okuru aynı temaya ilişkin derin bir sorgu çemberine sürüklüyor. Bununla birlikte yazar kurgu boyunca, dönemin olayları içerisinde, güç, dikta, işkence, ölümlerin sıradanlaştırılması, korku gibi kavramların eleştirisinin yapılmasına da olanak veriyor.
Dönem okura aktarılırken, yazarın yalnızca ‘devrimciler’ gözünden romanı kaleme almış olması, onların kendi aralarındaki ayrılıkları aktarmasına engel olmuyor. En az Ali ve Ayşe kadar baskın olan diğer karakterlerin her biri devrin devrimcileri olarak dönemin farklı yönlerini okura aktarıyor. Devrin içindeki devrimi gerçekleştirmek için devrime inanlarla inanmayanlar, cesaret gösterenlerle kendini kurtarmak isteyenler veya canını feda edenlerle kurtulduğuna şükreden karakterler arasında geçen kurgu, aynı görüşteki insanların varmak istedikleri hedef aynı olsa da kendi içlerindeki farklılıkları gözler önüne seriyor.
Yazar, kurguyu oluştururken dönemin siyasi olaylarını kitabın tabanına oturtmuş olsa da o döneme damgasını vurmuş başka olayları ve dönem ile özdeşleşmiş eşyaları da okura hatırlatıyor. Dolayısıyla kitap, Bülent Ersoy’un cinsiyet değişikliğinden Dallas’ın Ceyar’ına, ‘Namaz Hocası’ kitaplarından Ayşe’nin tabiriyle ‘aşklı’ kitaplara, kâğıttan yapılan tuzluklardan Hayat Ansiklopedisi’ne kadar daha pek çok dönem ezgisiyle o dönemi yaşamamış okurlar için de bir hatırlatmadan ziyade bir dönem tanıtımı olarak okurun karşısına çıkıyor.
Kitabın başlangıcında, bir paragraflık yazıda yer alan “… Bu çılgın ve hüzünlü ülkede her şeyin neden ve nasıl olup da hala devam edebildiğini sadece o dilsiz kuğular bilir…” cümlesi aslında Devir’in adını taşıyan bir roman olduğunu ve günümüz siyasi olaylarında da büyük yer tutmuş olan Kuğulu Park’taki kuğuların birer simge olarak o dönemin bugüne devrettiğini üstü kapalı bir dille okura aktarmış olduğu gözlerden kaçmıyor. Okurda ‘Kuğuların dili olsa neler anlatacak,’ hissi uyandıran bu roman, o dönemden kalanları tekrar bugüne taşıyarak devredilenlerin hikâyesini devrettikleriyle buluşturuyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (10 Mart 2015)