Bizim Pascal Mercier olarak tanıdığımız yazar aslında felsefeci Peter Bieri. II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, tüm Avrupa ve dünya kavrulurken diplomatik, finansal ve fiziksel dağların korunaklı kıldığı İsviçre’de, başkent Bern’de 1944’te dünyaya gelmiş Bieri.
Babası klasik müzik bestecisi. Kolejden sonra üniversite eğitimini kendi kentinde dilbilim üzerine görmekteyken, yeniden kurulan dünyada aşka verilen fırsatı kullanarak Londra’ya gitmiş. Orada İngilizce ve Hint bilimleri eğitimi görmüş. Yirmilerinin başında Latince, İbranice, Yunanca ve Sanskritçe bilen Bieri, Heidelberg’te felsefeye devam etmiş. 1970’lerde bilişsel psikoloji ve beyin üzerine çalışmış, Kaliforniya’daki Berkeley’de, Harvard’da, Berlin’de, Kudüs Üniversitesi’nde araştırmalar yapmış, dersler vermiş, 80’lerden itibaren Almanya’daki çeşitli üniversitelerde (Heidelberg, Marburg, Berlin) görev yapmış. Üniversitenin neredeyse şirketleri andıran performans ölçümlerine dayalı bir kurum haline geldiğini öne sürerek, emekliliğini istemiş, son yıllarda dışarıdan dersler veriyor. Tüm bunları yapan Bieri, doksanlarda içindeki yazarı, Pascal Mercier’yi de keşfetmiş ya da icat etmiş. Alman eğitim sisteminde yazarlara sıcak bakılmadığından (!), mecburiyetten. Ülkemizde Mercier’nin romanları Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Artık herkesin bildiğini sandığım Lizbon’a Gece Treni dışında da sarsıcı yapıtları var.
Sanatçının başarı takıntısının ne tür sonuçlara yol açtığına dair okunabilecek romanı Sahnede Ölüm, İlknur Özdemir çevirisiyle raflarda yerini almıştı. Sanatsal yönü oldukça gelişmiş bir burjuva ailesinin, yetimhaneden yetişmiş olmasına rağmen kusursuz bir piyano tamircisi ve hevesli bir besteci olmuş bir baba, talihsiz bir kazaya kadar güzel ve başarılı bir balerin olan, zengin aile kızı bir anne ve her biri tutkularını kontrol etmekte zorlanarak büyümüş bir oğlan (Patrice) ve bir kız (Patricia) ikiz kardeşten oluşan ailenin etrafında kurulmuş, yoğun ve gergin bir roman ortaya çıkarmış Mercier. Piyano tamircisinin bestelerine yönelik tutkusunun, cinai sonuçlara bile ulaşan boyutları, sadece kendisini değil ailesini de sürüp götürecektir. Romanda kültürle dopdolu ailenin hiç beklenmedik bir şiddet eylemiyle hayatlarının tamamen değiştiği âna kadarki tüm öykülerini iki kardeşin birbirlerine yönelik yazdığı içdökme defterlerinden öğreniyoruz, bir bakıma komşu kahve masasında unutulan defterleri karıştıran davetsiz bir göz olarak. Mercier belki de romanında aktardığı pek çok duyguyu, kendi müzisyen babasıyla yaşamış Bieri’den esinlenmiştir.
Yakın zamanda, Mercier’nin son romanı Lea da, Neylan Eryar çevirisiyle okurlara sunuldu. Mercier’nin bir kere daha müziğe, başarı takıntılı müzisyene, bu sefer baba-kız üzerinden, aile ilişkilerine, kültürel olarak üst seviyede aşk denklemlerine geri döndüğü söylenebilir. Annesini kaybettikten sonra kemana tutkusunu yönlendiren genç Lea’nın, önce ilk öğretmeni Marie Pasteur’e, ardından gösterişli burjuva öğretmeni David Levy’ye sanki bir âşık gibi kendini kaptırmasına şahit olan babasının ağzından, genç müzisyenin ve tabii ona hayran babasının trajedisine kulak misafiri oluyoruz. Genelde Mercier, romanlarında ilk odağa aldığı ya da anlatıcı olarak seçtiği karakterlerinin, kendi buhranları içerisinde yollara düşmüşken karşılaştıkları ya da kendilerini analiz ederken hayat hikâyesine ulaştıkları, sonradan ortaya çıkan insanların anlatılarını çok daha iştahlı anlatıyor. Bu romanda da asıl anlatıcı, başarılıyken bir başka trajedi nedeniyle işinden ayrılmış bir cerrah. Tercih edilen paralel kurgu, Sahnede Ölüm’de olduğu gibi iki farklı defter/kardeş biçiminde değil de, daha çok dinlenilenin hikâyenin içine serpiştirilmesi şeklinde oluşturulmuş. Romandaki bazı ipuçları, Bieri’nin, bu sefer Hollandalı baba Martijn Van Vliet olduğunu sezdiriyor.
Sanatın kusursuzluğa giden, bir ömür boyu sürecek bir hazırlık olduğu klasik müzik alanında, kendilerini takıntılarına kaptırıp halihazırdaki yeteneklerini hor gören kahramanlarıyla Pascal Mercier romanları, okurlara derinlikli birer uyarı sanki: Zamane trajedileri insanların aymazlıklarıyla gelir.
Mert Tanaydın – edebiyathaber.net (4 Haziran 2014)