Öykücülüğümüzün genç ustalarından Ahmet Büke, İzmir Postasının Adamları (2004), Çiğdem Külahı (2006), Alnı Mavide (2008) adlı kitaplarının ardından 2010’da Kumrunun Gördüğü ile seslenmişti okurlarına. 2011 yılı Sait Faik Ödülü’nü alan bu kitabından sonra Ekmek ve Zeytin (2011), Cazibe İstasyonu (2012), Yüklük (2014) gelmişti sırasıyla.
Ahmet Büke, bütün bu öykülerinde yaşamdan, toplumsal ilişkiler ağındaki insani dramlardan ve bireyin kırılma noktalarından hareket ederek yepyeni bir yazısal gerçekliğe ulaşıyor. Öykülerde yaşamın akış sesini duyuyor, yazarın dil içinde kurduğu gerçekliğe bütün ilgi ve dikkatimizle yoğunlaşıyoruz. Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen dördüncü basımıyla yeni okurlarına kavuşmayı bekliyor Kumrunun Gördüğü. Kitabın ilk sayfalarında bir hüzün çağrısını okuyor gibiyiz. Geç yaşta yaşamına son veren iki değerli insanın anısıyla başlıyor sayfalar. Önce Nilgün Marmara, yoğun anlam yüklü dizeleriyle fısıldıyor: “Uyanıyorum küstah sözcüklerle/ Ey iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini/ gördüm ben!” Kumruların gördüğüdür o arka bahçeler. Sonraki sayfada, kitabın genç sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun anısına adandığı cümlesi, bambaşka bir hüzün ve acıyı çağrıştırıyor: “Çok acı var, dayanamıyorum” notunu ardında bırakarak ölüme atlayan Dicle’yi anımsıyoruz iç sızısı ve ürperişlerle.
Seçilen bu iki ad, Kumrunun Gördüğü’nde bireysel ve toplumsal acıların derin katmanlarında dolaşan; yaşama hüznün buğulu pencerelerinden bakarak bir iç sızısı gibi çoğalan öykülerin dünyasına gireceğimizi sezdiriyor. Ahmet Büke, öykülerinde kişilerin ruhsal sorunlarının toplum sorunlarıyla bir arada oluşunu, sosyal ve ekonomik sistemin birey üzerinde müthiş bir baskı mekanizması kurarak onu nasıl ezip yok etmeye çalıştığını gösteriyor. Birey-toplum ilişkisinin karmaşık yapısını, açlık, yokluk, yoksulluk, işsizlik gibi temel sorunların dip dalgası gibi toplumu sarsarken bireylerin dünyasında ne denli derin kırılmalar yarattığını okuyoruz bu öykülerde. Yazarın, toplumu dikkatli ve bilinçli bir bakışla gözlemleyerek, toplumsal olguları yaratan dinamikleri, görünenlerin arka planını, bunların bireyler üzerindeki etkileri ve yarattığı tepkileri, yazınsal dilin ve kurmaca sanatının olanakları içinde başarıyla dile getirdiğine tanık oluyoruz. Bu görme ve sezme gücü, yazarın “insan, yaşam ve toplum” odaklı dünya görüşünden kaynaklanıyor asıl olarak.
Kumrunun Gördüğü, ‘Tuzdan Köprü’ ve ‘Sesler’ adlı iki ana bölümden oluşuyor. Toplam 20 öykü var kitapta. Tuzdan Köprü’den geçerken şu dizeler yüreğimize sokuluyor sessizce: “Yalnız hüznü vardır/ kalbi olanın” (İlhami Çiçek) Okudukça seziyor ve kavrıyoruz ki hüzün bir iç ses olarak kitaptaki tüm öyküleri sarıyor; bir ağrı olarak içimizde yer alıyor. Ahmet Büke’nin öykülerinde hüzün duygusunun yanı sıra nükteli söyleyişlerin olması, yazarın her ikisini ince bir çizgide buluşturması, öykülerindeki özgünlüğün altını çiziyor. İnce ve derin sözler yer yer ironiye dönüşerek öykünün içerdiği anlamı çoğaltıyor. Bu tarzı, bence yazarın yaşama, insana dair umudunu yitirmeyip öykülerini bu umut üzerinden ifade etmesinden kaynaklanıyor. Çünkü yaşam da ince ve derin anlamlar taşıyan dinamik ve daimi bir olgudur; her an değişip dönüşür, şaşırtır; Ahmet Büke’nin öykülerinde göstermeye çalıştığı gibi yaşamın da kendi içinde bir esprisi vardır. Bu öykülerdeki umut, hayatın sonsuz diyalektik sarmalının farkındalığına ulaşmış yazarın iç dünyasından, yüreğinin derinliğinden yükselmektedir.
Sarı Rüya Defteri’nde kısa kısa yaşam parçalarını, bir yanıp bir sönen rüyalar ve gerçekleri, parçalı yapıdaki kurguyla bir araya getiriyor Ahmet Büke, anlamlı bütünü bizim zihnimize, algı ve yorumlarımıza bırakıyor. Yaşamın kıyısında duranları, unutulmuş, göz ardı edilmiş yoksul mahalle insanlarının dünyalarını içtenlikle ve ustalıkla işliyor. Sık sık okuru şaşırtan, irkilten cümleler kuran yazar, hem okurun ilgisini hem de öykü akışını canlı tutmayı başarıyor. Yaşamdan kısa kısa kesitler, anlık izlenimlerle; zamanda parçalanmalar ve atlamalarla, zamansal ileri geri gidişlerle, yaşadığımız dünyanın insanda yarattığı algı düzensizliğine koşut bir kurgulama tarzını önceliyor Büke. Yaşamı parça parça, fragmanlar halinde algılayan günümüz insanının zihniyle uyumlu bir kurgusal yapılanma oluşturuyor. Böylece, okurla bir algı arkadaşlığı da geliştiriyor, duygu arkadaşlığının yanı sıra.
Ahmet Büke, öykü dilini de bu algı üzerinden kuruyor; öykü dilinin ne olduğunu daha yakından kavrıyoruz böylelikle. Etkin, işlevsel kısa cümlelerle yazıyor; kesintili, duraklı, atlamalı yazarak öykü içindeki kurgusal zamanı oluşturuyor. Bu yolla dili hem aktarımcı, hem de oluşturucu/yaratıcı işlevleriyle bir arada kullanarak özgün bir üsluba ulaşıyor. Zamansal geçişlerin, atlamaların arasında kalan boşlukların içindeki anlamları sezmeyi okura bırakıyor. Yazar, bilinçli bir biçimde etkin okura yönelik yazıyor ve istiyor ki okur da kendi algı ve yorum gücüyle öykünün boşluklarını anlamlı kılsın; böylece okurun okuma yolculuğu kendisinin yazma yolculuğuyla buluşsun. Bu buluşmanın ortaklaşa bir yaratım olduğu sezgisine ulaşsın. Ahmet Büke, anlatmaktan çok göstermeyi yeğliyor bu nedenle. Bazen dış dünyaya çeviriyor dikkatleri: Bir kenar mahalleyi, sokakları, evleri, kahveleri… gösteriyor; sonra da insanları, kumruları, kedileri… Bazen öykü kişilerinin iç dünyasını gösteriyor; adeta onların zihinlerini saydamlaştırıyor. Bunu gerçekleştirmek için yer yer bilinç akışı tekniğini işlevsel ve etkin bir biçimde kullanıyor. Kitabın öykülerinin çoğu fragmanlar, enstantaneler şeklinde yansıyor okurun zihnine; böylelikle birer kısa film ve bazen de bir fotoğraf karesi gibi oluyor öyküler; etkileyici, çarpıcı, şaşırtıcı ve sarsıcı… Bazen de hüzün ve ironi sarmalında ilerliyor öyküler. Küçücük mimari yapının içine dünyalar sığıyor böylelikle.
Orhan Kemal ve Sait Faik’in öyküye bakışından yepyeni bir bileşime ulaşıyor Ahmet Büke. Toplumsal adaletsizlik, işsizlik, yoksulluk, sömürü ve bunların insan ilişkilerinde oluşturduğu travmaları, insanın iç dünyasında yarattığı hüzünlü, çelişik, sarsıcı ve kötücül duyguları ifade ederken bunları da o kısa, şiirsel ve özlü dilin içinde harmanlıyor. Haldun Taner tarzı ironi ve nükte de katıyor bu bileşime. Ahmet Büke, yapıtıyla öykü ustalarından bu yana devam eden geleneğe yepyeni bir halka eklerken, farklı ve özgün tarzıyla öykücülüğümüz mecrasında ileri doğru bir akış ve sıçrama yaratıyor.
Ahmet Büke’in öykülerinin odağındaki insanlar kadar, bu insanların çevresini kuşatan, onlarla ilgi, iletişim ve ruhsal bağ kuran hayvanlar da başlı başına bir inceleme konusu olabilir bence. Onların çoğu öykü metni içinde kişilik kazanıyor ve bilgece yorumlar yapıyorlar. Yazar, gözlerimizi yaşadığımız dünyaya açıyor. Karıncalar, martılar, kumrular, kediler, köpekler, sinekler, böcekler hatta tahtakurtları… Hepsinin çevremizde ve öykülerde soluk aldığını duyumsuyoruz. Kumru Kâmil, kitapta unutulmaz bir öykü kişisi olarak var oluyor. Mahalledeki evlerin üzerinde uçan, çatılardan, pencere pervazlarından bakan; her şeyi gören ve bilen Kumru Kâmil, “gördüğüne inanma, gördüğüne inanma” seslenişiyle türküsünü söyleyerek, görünenin ardındaki asıl gerçeklere, derinlerde, dipte yatan temel nedenlere dikkatimizi çekmeyi başarıyor. Kitaptaki birçok öykünün içinde kanat sesleri duyuluyor Kumru Kâmil’in. O, yazarla da yer değiştiriyor sık sık; böylelikle farklı bir bakış açısıyla, değişik görme biçimleriyle bakıyoruz Kumru Kâmil’in gözlerinden. Yazarın öykülerdeki tutumu da bu; görünenin ardındaki asıl gerçeklere işaret etme; dış’tan iç’e doğru geçiş yapma. Kumru Kâmil aracılığıyla okur da yaşamın ve öykü parçalarının içinde geziniyor; yazarın amaçladığı parça etkili vuruş, Kumru Kâmil’in gördükleri aracılığıyla gerçekleşiyor.
‘Tuzdan Köprü’ bölümü içindeki öykülerde siyasi- toplumsal olay ve dönemlerin izlerini görüyoruz. Sarı Rüya Defteri ve Şimdi Ölmüyorum öykülerinde, cezaevlerinde bir dönem yaşanan açlık grevleri trajedisine odaklanıyoruz. Sarı Rüya Defteri yer yer sürrealist tablolar halinde canlanan ayrıntılarla, ince anlamlı sözlerle ilgiyi canlı tutarken, bir yandan da yazarın ilginç şifrelemeleriyle derinlik kazanıyor. Öyküde iki kumru, şifreli adlarla yer alıyorlar: Benim anlamlandırdığıma göre, A: Ahmet; 970: Ahmet Büke’nin doğum yılını çağrıştırmakta. Yazar, kişiliğini iki kumruya bölüyor; ayrıca insanları, olayları gözlemleyen bir de genç adam var satırlarda. O da yazarın kendisi ya da kendi cephesinden var ettiği öykü kişisi. Sonuçta, bu öyküde Ahmet Büke, yazar bakışını üçe bölerek gösteriyor öykünün ve yaşamın gerçeklerini. Öyküdeki ‘sosyal ayrıntılar ansiklopedisi’nin “h” harfinde “hayata dönüş” adındaki cezaevi operasyonuna gönderme var. Bu noktada inanılmaz etkili bir ironiye açılıyoruz. Öyküde zamanın durduğu anlarda; anlık resimler, enstantaneler yakalıyor havada kumrular. Zamanın durduğu noktadan içeri giriyorlar ve görünenin arka planına, önceki zamanlara ulaşıyorlar. Çoklu anlatıcıların olduğunu belirttiğim bu öyküde, açlık grevindeki gencin zihnindeki karmaşa da gösteriliyor. Zihindeki kopukluklar, zaman kesintileri ve atlamalar, öykünün kurgusal yapısıyla dengeleniyor. Bu öyküye bağlı olan Şimdi Ölmüyorum’da gencin hücre duvarındaki böceklere odaklanması, gördüğü sanrısal harflerle oynaması, anlamlar kurup anlamlar bozması, Kafkaesk bir atmosferi çağrıştırır. Geriye dönüş yoktur artık; ilerisi karanlıktadır. Duvardaki görünmez bir televizyon gencin sanrılarını gösterir sürekli. Her şeye karşın, öyküye direnişin gücü damgasını vurur…
Mahur Beste, pazartesiden cumartesiye bir haftanın gösterildiği günlük biçiminde kurgulanmış. Kimin günlüğünü okuduğumuzu, olayları kimin bakışıyla gördüğümüzü, okudukça adım adım kavrıyoruz. Anneye hitaben yazılmış olan bu duygu dolu metnin içinde yol alırken, öykü sonundaki çarpıcı, şaşırtıcı etkiyle sarsılıyoruz. Annesine seslenerek olayları anlatan, siyasi kayıplardan bir gençtir. Anne, Galatasaray Lisesi önüne gider elinde oğlunun fotoğrafıyla. Başka anneler de oradadır, ellerinde evlatlarının fotoğrafları… İki farklı dilden iki anne birbirlerini bakışlarıyla selamlarken, iki kayıp genç de annelerini yukarıdan izler; birbirleriyle konuşur gülümserler, kumrunun gördüğünce…
Vesikalıklar başta olmak üzere kitabın pek çok öyküsünde İzmir’in kenar mahalle yaşamından kesitler, özellikle eski günler bağlamında yer alıyor: Yoksulluğun pençesindeki insanlar, yaşamı emeğiyle omuzlayan aileler… Yerel renkler de yoğunlaşıyor Ahmet Büke’nin öykülerinde. Gevrek, çiğdem gibi yerel sözcükleri kullanan, ölenlerin ardından lokma döktüren, akşamüstü saksılardaki sardunyaları sulayan, yıkanmış balkonlarda rakı sefası yapan, sokak aralarında düğün kuran, mahalle dayanışmasını kimselere bırakmayan İzmir insanı soluk alıyor bu öykülerde. Palmiyeli sokakları ve imbat rüzgârı esen körfeziyle İzmir var oluyor; bir de mahalle araları, ev içleri, eşyalar, kokular, izler, ayrıntılarda yoğunlaşan kişisel yaşamlar… Vesikalıklar’da 12 Eylül anıları, çocuk dünyası içinde yeniden canlanıyor. Mahalledeki çocuk çeteleri, arsada oynayan çocuklar, arsada eski bir Ford’un içinde yaşayan Senihi Abi, yeniyetme erkek çocukların cinselliklerini keşfetme süreci, mahallenin “Fahriye Abla”sı olan Nermin Abla’sı, yoksul insanlar arasındaki yardım ve dayanışmanın hüzünlü güzelliği, çocuk sevinçleri… bir çocuk anlatıcı aracılığıyla dillendiriliyor: 12 Eylül sabahı her şey bir karabasana dönüşür. Baba o gece eve gelmez, ev aranır, anneyi polisler alıp götürür. 12 Eylül’den hayat parçaları dile gelirken, darbenin sarsıntılı dip dalgalarına odaklanırız. Sürecin çocuk ruhlarda yarattığı derin travma, içimizi sızıyla doldurur… Belgeler, zamanda donmuş kareler, yaşanmışlıklar havada uçuşur. Kumru Kâmil gibi yakalayıp okuruz onları. İki Gün Sonrası da 12 Eylül’e öykü kişisi bağlamında açılan, yarı fantastik havası ve masal tadıyla ilgi uyandıran bir öykü.
Bandista adlı müzik topluluğuna adanan “Herkes Herşeyleşiyordu” öyküsü, Bandista’nın bir şarkısından izler taşıyor. Bandista, Ulus Baker’in metinlerinden kolajlamayla düzenlediği Her Şeyin Şarkısı’na şöyle başlar: “Her şey herkesleşiyordu/Herkes herşeyleşiyordu” Şarkı, “gördüğüne inanma sen” nakaratıyla doruğa ulaşır. Ahmet Büke, Marksist terminolojiden gelen “şey’leşme” kavramından hareket ederek sistemin içinde insanın durumuna, açmazlarına işaret ediyor. Hem şarkının sözlerine hem Marksist entelektüel Baker’e göndermeler yaparak, kapitalist sistemin çarkları arasındaki insanın dramına odaklanıyor: Sistemin tutsak edip çaresiz bıraktığı insanlar… Ekonomik kriz… İşsizlik… Emek sömürüsü… İşsiz kalma korkusu… İşyerlerindeki tedirgin ortam… Kadınların uğradığı taciz ve cinsel sömürü… Bu zorlu dünya içinde psikolojik açıdan sarsıntıya uğrayan bireylerin çıkmazları, küçük-büyük kötülüklerle birbirlerine zarar vermeleri… Öykünün bazı parçaları “ne fenayız hepimiz”, “insan dediğin ne fena bir şey” sözleriyle başlıyor. Bu sözlerle, “şey’leşme” olgusunun altı çiziliyor. Kapitalist üretim tarzında, eşya ilişkilerinin toplumda kendini insan ilişkileri biçiminde göstermesinden kaynaklanan bir olgudur bu. İnsanın kendi özüne, insanlığına yabancılaşmasıdır şey’leşme.
Kumrunun Gördüğü içinde yer alan birçok öyküde olduğu gibi burada da kötülüğün soyut bir kavram olmadığı, kötülüğün toplumsal sistemin bireylerde yarattığı kırılma ve yabancılaşma olgusundan kaynaklandığı sezgisine ulaşıyoruz. İronik ifadeler öykünün dokusuyla uyum sağlarken, 12 Eylül sendromu yine karşımıza çıkıyor. Darbeden birkaç yıl sonra kahvehanelerin durumu ilginç ayrıntılarla karşımızda. Bu arada, öykü atmosferinde kanat çırpan bir kumru var yine. Öykü kişisi Recep’in öykünün içinde zamanı belirleyen, kahve duvarındaki eski bir saatle kavgası, insanın eşyaya yüklediği anlamı sorguluyor. Masalsı anlatımı olan bu öykünün birçok noktasında Kumru Kâmil kanat çırpıyor. “Açlık başka şeye benzemez. Ne fenayız hepimiz,” diyor Kumru Kâmil. “Gördüğüne inanma sen…” türküsünü söylüyor. Kötülüğün, cinayetin altında toplumsal çürüme, ekonomik çöküş, yoksulluk ve açlık var. Kumru Kâmil aracılığıyla yazar, görünenin ötesine açıyor gözlerimizi. Kafesteyiz öyküsü de iyilik ve kötülüğün temellerini ve altyapısını sorguluyor. Bu öyküde bakış açısı ve anlatıcılar sık sık değişip birbirine dönüşüyor. Kafesteyiz’de sistemin çaresiz, çözümsüz bıraktığı tedirgin insanların dünyası var yine. Bu öyküyü de yazar yaşamın sürekliliğinin vurgusu ve umutla bitiriyor. Melek Annem öyküsü, adıyla ilginç bir ironi yaratıyor. Melek Anne’lerin cinayet işleyebildiğine tanık oluyoruz bu öyküde. Hayat bazen öyle bir dayatır ki zorluklarını, melekler iyiliği bırakır bir an. Günah Topu, çocukluktaki kötülük ve günah kavramının sorgulandığı sürrealist tarzıyla ve sonundaki ironiyle dikkati çeken bir öykü… Başka bazı öykülerinde, “semtin üzerine çöken kara bulut” ve “dipten gelen kaynamayla fokurdayan çukur” gibi imgelere toplumsal bir işlev kazandıran Ahmet Büke, metni alegorilerle zenginleştirerek yarı fantastik bir öykü atmosferi yaratıyor.
Kitabın ikinci kısmını oluşturan Sesler’de uzun soluklu üç öykü yer alıyor. Hatırlamak öyküsünde geçen “Acıyor bana bıraktığınız yaşamak” sözü baştaki sayfalarda karşılaştığımız Nilgün Marmara ve Dicle’nin hüzünlü anılarına bağlanıyor. Bu öyküde Savaş ve Hikmet’in olağanüstü dostluk, özveri ve bağlılıklarını okurken, onların geçmişteki yaşamlarına açılıyor; her ikisinin de 12 Eylül mağduru olduğunu fark ediyoruz. Hikmet, çektiği acı ve işkenceler nedeniyle ruhsal bir travmaya uğramış, çocuksu bir saflığa bürünmüştür. Savaş ise kendisinin, Hikmet’in ve işkencede ölen ya da zarar gören devrimci arkadaşlarının intikamını, eski emekli polisleri araştırıp izlerini sürerek alıyor. Onları bir köşede kıstırarak korkutuyor: “Sana bir hikâye anlatacağım,” diye başlıyor sözlerine. Anlattıklarıysa çok acı hikâyelerdir 12 Eylül’den kalan. “Büyük saat sallanan sarkacıyla hâlâ yaşıyordu.” şeklindeki son cümleyle yazar yaşamın devam edişini, sürerliliğini vurguluyor. Kusmak Unutmak adlı yol öyküsünde, vahşi kapitalizmin kanlı ve kirli yüzüyle karşılaşıyoruz. Gemi söküm firmasında mühendis olarak çalışan Sait’in dünyasına giriyor; sistemin onu nasıl araçsallaştırdığına tanık oluyoruz. Gemi söküm atölyesinde bir iş kazasında ölen işçinin adının bile öneminin olmadığını yüreğimiz burkularak okuyoruz. Mühendis, sistemin dişlileri arasına sıkışmış ve yaşamdan bezmiş durumdadır. Şirketin arabası ve şoförüyle birlikte, sıkıntılı bir yolculuk yapmaktadır ölen işçinin köyüne doğru. Mühendis Sait, ölen işçinin ailesine emanet olarak ne götürmektedir? Yazar, öykü boyunca ilgi ve merakımızı canlı tutuyor. Emaneti işçinin ailesine teslim eden Sait’in dönüş yolu boyunca iç dünyasının karmaşıklığı, içindekileri yoğun bir bulantıyla dışarı çıkarması şeklindeki yarı simgesel anlatımla veriliyor. Bilmek-Gerçek, psikolojik derinlik taşıyan, şaşırtıcı sonla biten bir öykü. Bu metnin bir ucu da 12 Eylül’e bağlanıyor.
Ahmet Büke, belirttiğim gibi yoğun, şiirsel, imgelerin izini süren, yer yer masalsılık kazanan bir dilin içinde yazıyor öykülerini: “İnsan dediğin ürperir. Üşür sonra. Üşüdükçe de rüya mı görür? Çölde soğuk rüzgârlar eser üzerine. Güneşe doğru açtıkça yüzünü, sırtında soğuk, karlı bir dağ büyür. Dönmek ister, olmaz da olmaz. Ayakları kök, ardı yalçın kaya olur annemin. Çığ düşer sırtına.” (s. 37) Yazar, ironiye, nükteli söyleyişlere de yer vererek; hüzün ve duyarlılıkları çoğaltarak, öykülerle yaşamın kırılma noktalarını buluşturuyor.
Kumrunun Gördüğü, ilgiyle okunan, düşündüren bir kitap… Öykücülüğümüzün, genç ustaların kalemiyle kat ettiği yolu görmemiz açısından da iyi bir örnek oluşturuyor. Daha birçok yeni okurla buluşacağından emin olduğum Kumrunun Gördüğü, zaman içindeki yazınsal uçuşunu başarıyla sürdürüyor…
Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (13 Ağustos 2015)