“Okur kitap arar ama, kitabın okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?”[1]
İhtimallerin rastlantısal bütünlüğü sebebiyle elimi uzatmış bulundum kanlı duvar kâğıdına. Bir an, sadece bir an; avcısına teslim olan av yahut avına atılan bir avcı gibi atıverdim belleğimin dişlileri arasına Kürar‘ı. Bu yolda, kelimelere avlanmak da kelimeleri avlamak da mubahtır. Metaforların kavramlara eklemlendiği iç içe geçmiş öykülerin arazisinde elbette pek kolay olmadı yolumu bulmak. Fakat “Avcı da, av da, kendileri üzerine bir şeyler düşünür elbet; ama avı avcıdan, avcıyı avdan sormak gerekir; mutlaka!”[2]
TDK (2009), kürarı; Güney Amerika’da avcıların oklarına sürdükleri felç edici zehirli bitki olarak tanımlamış. Fakat kitabın arkasında yer alan bilgiye göre epey bir anlamı var.
Kürar: i. Felç olma hali, curare; hareket edememe ama hissetme, refleks gösterememe. ii. Güney Amerika’da avcıların oklarına sürdükleri felç edici zehirli bitki. iii. Kızılderililerin kullandığı zehirli ok atan boru. iv. Kasların asetilkolin reseptörlerinin bloke olması. (Arka kapaktan)
Bu tanımlardan ve kitabın bölümlerinden yola çıkarak yazarın okumak yahut yazmak üzerine yazmadan hissettirdiği bir öykü daha sunmuş olduğunu görüp sezmemiz mümkün. Şöyle ki; kitabın adı olan “Kürar”, felç edici zehirli bitki olarak kullanılmıştır. Çünkü kitap “Zehir” ve “Zemberek” adlı iki bölümden oluşmaktadır. Yazar önce zehrini hazırlamak için kürarı kullanır ardından zemberek (bilinen anlamının dışında tarihte çelik veya pirinçten yapılmış ok anlamında da kullanılır) hazırlanır ve ucuna zehir sürülür. Son öykünün adı yine Kürar‘dır. Fakat buradaki anlamı Kızılderililerin kullandığı zehirli ok atan boruyu karşılar ki yazar, yazdığı kitabı, okurun zihnini felç edecek ölçüde oraya mıhlayabilsin. Elbette kitapta bu şekilde anlatılan bir şey yok çünkü bu da benim zihnimin felç olma hali.
Kitaba hâkim olan ve rüzgarla gelen hemen hemen bütün öykülerde geçen metaforların mitsel dayanağı olarak sunulan ve kitabı okurken size, kitabın başında, ortasında ve sonunda eşlik eden kapsayıcı bir öykü söz konusu: iyi ve kötünün savaşı ve göreceliliği.
Ebu Turab ve Mülcem’in hikâyesiyle başlıyor kitap. “Turab’ın yeşil gözleri iyilik yayan bir okyanusken, Mülcem boğulmamak için çırpınıp dururken Ebu Turab böyle dedi: Ölümüm iyilik yaptığımın elinden olacak.”[3] Turab, anlam itibariyle toprak demektir. Ebu Turab ise toprağın babası anlamına gelmekte olup Hz. Ali’nin künyelerinden biridir. Mülcem ise Arapça bir sıfat olup gemli, yularlı demektir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında olan Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin yanında yer alan Abdurrahman İbn Mülcem, Hakem olayından sonra Hariciler’in tarafına geçmiştir. Hariciler’e göre fesat çıkaran Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnü’l As öldürülmeliydi. Bu konuda and içtiler. Üçünün de aynı zamanda öldürülmesi kararı alındı. Abdurrahman İbn Mülcem, Hz. Ali’yi öldürmekle görevlendirilmişti. Suikastın 24 Ocak 661 tarihinde gerçekleştirilmesi planlandı. İbn Mülcem iki arkadaşıyla birlikte sabah vakti harekete geçti. “Gün yeni doğuyordu. Bundan böyle her sabaha bitmek bilmez bir savaşın kızılı düşecekti”.[4] Hz. Ali sabah namazını kıldırdığı camiden çıktığında İbn Mülcem’in arkadaşlarından biri ona saldırdı fakat başarılı olamadı. Diğer arkadaşı korkup kaçtıktan sonra İbn Mülcem, Hz. Ali’ye önceden zehir sürdüğü kılıcıyla bir darbe indirerek onu yaraladı. Olaydan sonra İbn Mülcem yakalanmıştır. İşte Kürar, bu noktada kendi imgelerini doğurmaya başlar. “Ebu Turab, yarasına mendil basmış boylu boyunca yatıyordu. Başını Mülcem’e çevirip şöyle dedi: Bak, oğullarım geliyor, ellerinden kurtulamazsın, sıçan ol da yerin dibine gir. Bu mendil de senin hasmın olsun.”[5] Kitapta iyi ve kötü kavramlarına eklemlenen kedi ve fare metaforu böylece başlamış oluyordu. “Fare, kötülüğü rüzgarın yardımıyla ulaştırıyordu her yere. Rüzgarın uğultusu sağır ediyordu. Turab’ın kanlı mendilinden türeyen kedi toprağa değdirdikçe burnunu, rüzgarın çıkardığı gürültüyü duydu. Kötülüğü kokladı.”[6]
Mutlak iyi ve mutlak kötüden bahsedemeyeceğimiz için kedi ve farenin kesin olarak bu iki kavramı karşıladığı söylenemez fakat iyi-kötü göreceliği, kedi ve farenin kitap boyunca sürekli farklı bakış açılarıyla farklı nitelenmesine sebep olur ki gerçekte de zaten böyledir.
Fare, genel anlamda kötü bir şöhrete sahip olsa da (veba -ki farelerden değil onların üzerlerindeki pirelerden yayılır, fareler de vebanın kurbanıdır aslında-, eşyalara zarar vermesi, yiyecekleri aşırması vs.) modern zamanda “hemstır” besleyen insanlar vardır.
Kedi, toplumların algısına göre iyi ve kötü olarak nitelenmiştir tarih boyunca. İnsanların bir kısmı kediye taparken bir kısmı da uğursuz sayarak onları katletmiş, diri diri yakmıştır. Kedinin bilinen ilk ortaya çıkış yeri Habeşistan’dır. Kedi, M.Ö. 2200 senelerinde Mısır hanedanından I. Ousırtaden Habeşistan’ın fethinden sonra Mısır’a getirilmiştir. Mısır’da aşk, musiki ve güzellik tanrılarını temsil eden figür kedidir. Bundan sebeple Mısır’da kedi öldürmenin cezası idamdı. Sonra Mısır’dan Suriye ve Arabistan’a uzanmıştır kedinin yolculuğu. Hatta halk arasında kedinin sürekli dört ayak üstüne düşmesi, sırtının yere gelmemesi konusunda din temelli açıklamalar mevcuttur. Bir de kedinin kötü imajı vardır. Papa III. İnnocent’in müşavirlerinden Saint-Dominique şeytanı siyah kedi olarak tasvir etmiş ve uğrusuzluk sembolü olarak kabul etmiştir. Bu tarihten sonra siyah kediler “kötü” olarak nitelenmiştir. Halk arasında bu inanış hala devam etmektedir.
Kitabın ritmi de bu algı karşıtlıklarına paralel olarak ilerlemekte. Emekli olan Selo yaşama sevincini Kınalı’da ve Kınalı sayesinde iletişim kurabildiğini düşündüğü Azra’da bulurken Azra, Kınalı’yı öldürmekte tereddüt etmez. Azra’nın geride bıraktığı hemstır, annesi Saadet tarafından hiç sevilmese de (hastalık derecesinde olsa bile) Saadet, hayvanı öldürmeye kıyamaz. Voltaire’in Candide’inden adını alan “Kandid” de Azra’nın hışmından payını alır. Fakat Nezih Bey kedinin kurbanı oluverir. Emine’nin montunun arasına sakladığı hemstır da sınıfın haylazı Fatih tarından ifşa edildikten sonra çocuk acımasızlığıyla birlikte, Emine için olmasa da diğerleri için, bir eğlenceye dönüşür. Yeri geldiğinde koğuşta bir cellada dönüşür fare. Kedi, viyolonselin sesiyle annesi tarafından, küçük Ece’den saklanır. Tok çocuklar baldıran otu yemez fakat Ahmet ekmeğini Tekir’e vermişti bir kere. Fareye dönüşmesi umulan insanlar, siyah kediyi avlamaya koyulan çocuklar…
Daha fazlası için de okuyuverin bir zahmet!
“Rüzgar şimdilik dindi. Bir gün onu geri çağırdıklarında Ebu Turab’ın kediye dönüşen mendilinin gölgesi düşecekti dünyaya.”[7]
Yararlanılan Kaynaklar
TDV İslam Ansiklopedisi
İsmail Mutlu, (1992), Dört Halife Devri, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.
Ord. Prof. Samuel Aysoy, (1954), Değişik Milletler Tarihinde Kedi, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi dergisi, 1. cilt, 34. sayı, s.40-66, Ankara.
Dipnotlar
1 Bilge Karasu, (7.basım, 2010), Ne Kitapsız Ne Kedisiz, İstanbul, Metis Yayınları, s.9
2 a.g.e. s.12
3 Melike Uzun, (2014) , Kürar, İstanbul, İletişim Yayınları, s.10
4 a.g.e s.9
5 a.g.e. s.11
6 a.g.e. s.12
[7] a.g.e. s.91
Fatih Külahçı – edebiyathaber.net (8 Aralık 2014)