Osman Balcıgil, geçtiğimiz ay Kurgu İle Gerçeğin Aşkı başlığıyla piyasaya çıkan kitabının giriş bölümünde diğer alanlarda yazdıklarını dışarda bırakarak bu çalışmasında sadece romanlarımdan hareket etmeyi tercih ettiğini belirtiyor. İlerleyen sayfalarda da kendisini romanlarını yazmaya götüren süreçlerden bahsediyor. Bunu yaparken bilim-kurgu, polisiye, macera gibi belirli bir türde eserler veren romancıları takip eden okurlara daha çok hitap ediyor. Zira öncelikle romanlarını üç türe ayırıyor yazar: Dönem romanları, biyografik romanlar, dinsel- ezoterik romanlar. Her romanında yer verdiği üç başat öğeyi de ( tarih, macera ve aşk) sayarak bu öğeleri yeri geldikçe ve satır aralarında hatırlatıyor.
Bir insan ya da mesele elli yıl süreyle unutulmamışsa
Yazar yaptığı bu çerçevelemelerden sonra romanlarını sırasıyla ve tek tek anarken konularını nasıl oluşturduğunu, malzemenin nasıl biriktiğini ve karakterlerini nasıl yapılandırdığını anlatıyor. Romanlarında toplumsal altüst oluşlarla birlikte kimi zaman tanınan, bilinen şahsiyetleri kimi zaman da din, inanç, gizeme dair temaları ön plana çıkardığını belirtiyor. Nitekim yazar 6-7 Eylül Olayları, 1968 Kuşağı, 1970’lerdeki iç politik kargaşalar, mafya-devlet ilişkileri gibi temaları işlediği romanlarının yanı sıra sözgelimi Celile’yi, Afife Jale’yi, Suat Derviş’i, Sabahattin Ali’yi, Cahide Sonku’yu, Nâzım Hikmet’i konu edindiği biyografik romanlarını anıyor.
Kitabı okurken yazarın roman malzemelerinin biriktikçe birikmesinde toplumsal, bireysel acıların ne denli önemli rol oynadığını görüyoruz. Balcıgil, biyografik romanlarını yazarken neyin peşinde olduğunu da şöyle açıklıyor: “…sıra dışının peşindeyim. Bu doğru. Ama meşhur olanın peşinde değilim! Bu da doğru. Yazım serüvenim daha çok, içinde yaşadığımız toplumu, dünyayı anlamaya yönelik. Anlama ve anlatma dersem belki daha doğru olur…Sistemli, araştırmacı, analitik bir bakış geliştirmemiz halinde geçmişin ışığında geleceği pekâlâ görebiliriz.” Bir sonraki sayfada da bu sözlerini daha da vurgulu biçimde ve tüm romanlarının yazılım gerekçelerine yayarak tekrarlıyor:” …romanlarımı üç ana eksen üzerinde yazmaya çalıştığımın farkındalar…her üç türde de aynı işi tekrarlıyorum: Dünyayı ve içinde yaşadığım toplumu anlamaya çalışıyor, onu değiştirebilmek için kendime ve okurlarıma ipuçları vermeye çalışıyorum. Bunu yaparken insanların hayatlarına derinlemesine giriyor, tarihsel olayları didikliyor, önemli altüst oluş dönemlerine mercek tutuyorum”.
Osman Balcıgil gazetecilik kökenli bir yazar. Dolayısıyla çalışmalarında doğası gereği araştırmayı, sorgulamayı ilke edinmeleri gerekenlerin içinden geliyor. Bu nokta önemli. Zira insanların -ister çalışsınlar ister işsiz olsunlar- zamanlarının büyük kısmını eriten elverişsiz yaşam koşullarını düşünürsek, çoğunluğun, oradan buradan “google”dıklarından veya şundan bundan duyduklarından şüphe etmeye pek de yeltenmediklerini çıkarabiliriz. Hele de peşin hükümlülük, hayati alanlarda ve sorunlarda dahi durup da şöyle uzun boylu düşünmeye pay bırakmayacak kadar yaygın. Kitabı okurken bana öyle geldi ki yazar biraz da çoğunluğun içinde bulunduğu bu sarmalı ensesinde duyarak çalışmış.
Acılardan dersler çıkarmak
Balcıgil’in yukarıda alıntıladığımız anlama ve okurlara ipuçları verme şeklindeki söylemi mesleki birikiminin bir yansıması da. Buradaki yazma eylemini aynı zamanda geçmişin acılarından/hatalarından dersler çıkarma çabası olarak da yorumlayabiliriz. Bunu birazcık somutlaştıralım. Hatırı sayılır miktarda roman okuduysanız, bu eserlerde, yaşadıklarından dersler çıkarabilen/ çıkaramayan çok sayıda karakterle karşılaşmışsınızdır. Alain de Botton, Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir adıyla bizde de yayımlanan eserinde, insanın çektiği acıların genellikle düşüncelere dönüşmediğini söyler. Düşünceye dönüşmeyen bu acılar yüzünden gerçekliği algılamakta zorlanıyor, durumu daha da kötüleştiren bir yöne doğru itiliyoruzdur. O yöne doğru gidince de -yeni bir şey öğrenmediğimiz gibi- daha fazla yanılsamaya düşüyor ve -eğer acı çekmeseydik meşgul olacağımız-hayati düşüncelerden iyice uzaklaşıyoruzdur.Proust’un romanı acı çekmede başarısız diyebileceğimiz bu tür insanlarla doludur, der Botton ve ekler: Acılarından pek bir şey öğrenmeyen bu kişiler kibir, zalimlik, umursamazlık, kin ve öfke gibi tepkileri içeren ve aslında kendilerini yıkıma daha da yaklaştıran savunma mekanizmalarına yönelirler.
Gerçekten de böyle değil midir? Hele de tragedyalar, kişinin hem kendini hem de diğerlerini tanımaya, bilmeye dönük başarısızlığının doruk noktasını temsil ederler. Othello’yu düşünün bir; koskoca yanılgıları nedeniyle hem kendi yaşamı hem de eşininki mahvolmaz mı? Tıpkı bireysel acılardaki gibi toplumsal acılarda da, yaşanan topyekûn travmalar kulaklara küpe olmadıkça – ki iyi filmler, iyi romanlar pekâlâ küpe edinmemizi sağlayabilir- bilimin, bilgeliğin dahası toplumsal düzenin, refahın yerinde yeller esecektir.
Fingerspitzengefühl, geborgenheit
İnsan ve eşyalara karşı duyarlı olmaya, yerinde tepkiler vermeye Almanca’da fingerspitzengefühl deniyormuş. İnsanın kendisini “hiçbir zarar gelmeyecek ölçüde rahat, huzurlu, güvende hissetmesi”nin karşılığı olan kelime ise geborgenheitmış. Toplumların kimi duyarlıklar uğruna böylesi etkileyici kelimeler icat etmesine şaşırarak sevinmiştim. Kurgu İle Gerçeğin Aşkı’ndan notlarımı tam da o günlerde alıyor, Jim Jermusch’un Paterson filmini de yine aynı günlerde izliyordum. Balcıgil romanlarında sıra dışı insanları anlattığını özellikle belirtiyordu. Jermusch ise perdeye son derece yalın insan hikâyelerini taşımıştı. New Jersey, Paterson’da otobüs şoförlüğü yapan Paterson (yaşadığı bölgenin adıyla kahramanımızın soyadı aynı) kimselere okumadığı, yayımlamayı da aklından geçirmediği şiirler yazıyordu. İç dünyası havasını soluduğu sokaklarla, okuduğu kitaplarla, şiirle biçimlenmiş Paterson’un, eşi Laura’yla da sevgi dolu bir ilişkisi vardı. Film şiirle başlıyor, şiirle akıyordu. Elbette ki orada da hayat ak pak sayılmazdı. Meselâ sevdiğiniz kadının köpeği sizden hoşlanmayabilirdi. Âşık bir adam duyguları karşılık bulmuyor diye -herkesin gerçek sandığı- oyuncak bir tabancayı kafasına dayayabilirdi. Veya evdeki kavanozdan para aşırıp da yerine koymadıysanız eşiniz sizi bir araba dolusu kalabalığın önünde haşlayabilirdi. Ama işte filmde başka her şey, tüm o manzaralar, o sesler, o diyaloglar fingerspitzengefühl’ler ve geborgenheit’larla bezeliydi. Ne var ki bu okumalarım, izlediklerim 6 Şubat Depremi’nin yıldönümüyle çakışınca zihnimden geçenler sarmala dönüştü. Toplumsal sistemde ne gibi arazlar ne gibi hastalıklar kol geziyordu da suç ağları her yere yayılıyordu? İçimizde, dışımızda neler neler oluyordu da bireylerin benliklerinin/mizaçlarının en kötü yanları ortaya saçılıyordu? Başka bir deyişle biz neden “fingerspitzengefühl”lü, “geborgenheit”lı yaşamlar sürdüremiyorduk? Derken, ekonomist Ha-Joon Chang’in sözleri kulağıma çalındı. İnsanların en kötü yanlarını değil en iyi yanlarını ortaya çıkaran bir sistem inşa etmeliyiz diyordu Chang, olağanüstü kapsayıcı dili ve derinlikli söylemiyle.
Alıntılar:
Kurgu İle Gerçeğin Aşkı, Roman Yazma Sanatı, Balcıgil, Osman, Destek Yayınları, Ocak 2024, syf 103, 104
Yazıda atıfta bulunulan yazarlar ve eserleri:
Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir, Botton, Alain de, Çev: Banu Tellioğlu, Sel, Şubat 2010, 4.baskı
Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey, Chang, Ha-Joon, Say, 5.baskı, 2022.
edebiyathaber.net (12 Şubat 2024)