Mahsum Ece, masalı andıran, aşina olmadığımız bir üslupla Türkçe edebiyatta güçlü bir çıkış yakalıyor Dağılmalar’la. Dağılmalar, adından da anlaşabileceği üzere düşlerin dünyasının dağınık yapısını gözler önüne seren bir kurgu, metaforları ve betimlemeleriyle çok farklı şekillerde yorumlanabilecek bir kitap. Yazar, kitabı ithaf ettiği annesinin ona anlattığı üç Kürtçe hikâyeden hareketle kendi hayal dünyasının kapılarını aralıyor biz okurlara.
Düşler, biz onları kurguladığımızda, özerkliklerini zihnimizin derinliklerinde bir yerde ilan ederler. Mahsum Ece, kurguladığı bu dünyada varoluşunun dışavurumunu yansıtıyor aslında. Flash-back tekniği ile anlatılan her olayın imgesel bir yeniden hatırlama olduğunu görüyoruz. Yazar, çocukluğunda anlatılan kurguları farklı boyutlarıyla ele alıyor. Onları yeniden inşa ediyor ve kendisine içinde yaşayabileceği bir dünya yaratıyor. Bu dünyayı yazarken hayal dünyasını geçmişteki hatırlamalarla kesik biçimler halinde sunuyor. Sembolik anlatılar, düşün sınırsızlığını gösteriyor bize ilk bölüm olan Düğümler’de. “Yaşanılır şeyler sıralanmamış.” cümlesiyle kesik bir anlatımın olduğunu kendisi de söylüyor.
Mahsum Ece, kendisine has dünyasında karakterlerle hikâyenin seyrine göre belirlediği yerlerde iletişim kuruyor: “Haydar, biz bu masada oturuyoruz değil mi? Ya varsınızdır ya yoksunuzdur ağabey. Bunları yazıyorsun değil mi? Bu hikâyeye yürek dayanır mı ki? Haydar, sana ötelerden bir sır vereceğim: Az yaşayıp çok öleceksiniz oğlum.” Öte yandan bölümlere ayrılan hikâyelerde kurgudan çıkıp yazarın yarattığı dünyadaki içsel konuşmalarını da okuyoruz: “Lambanın ışığının uzanamadığı karanlık köşeden, bir mahkûmun pişmanlık sesini anımsatan bir sesmişçesine gelen, ‘Tanrım, neden hep ben?’ sözünü işittim. Araya girmem gerekti: Kendi kendine yakarma!” Kurgunun yaratım sürecinde karakterlerini kişileştirmiş olduğunu görüyoruz Mahsum Ece’nin. Onun zihnindeki kurgu okuduğumuz bu kitapta değil sadece, devam ediyor. Yarattığı dünyanın Tanrı’sı olarak her karakter, zihninin yansıyan farklı bir tarafını oluşturuyor adeta. Karakterlerin her biri özerkliklerini ilan etmeye çalışarak hayatlarına (kurguya) ve Tanrı’ya (yazara) isyan ediyor.
Hikâyelerin başlangıç noktasında yazarın kurgudaki benliğinin izlerini görmek çok mümkün. Karacabey Kroniği’nde yazar, kurgulayacağı hikâyenin zeminini oluşturan karakterleri bir masaya oturtuyor. Onların arasında gelişen diyalog ile bir gazetecinin (beşinci olarak anlatılıyor) hikâyesine tanıklık ediyoruz. Hemen ardından gazetecinin Karacabey’de yaşadığı olayların panoramasını okuyoruz. Keramettin Keramlı’nın hikâyesini aktarıyor gazeteci bize. Karacabey’in her yerini aynılaştıran bir şahsiyet. Bütün yerleşim yerlerini yıkıp yeniden yaparak -tabii kendi ismini vermeyi unutmayarak- bu yerdeki kimlikleri ve yapıları aynılaştırıyor. Aynılaşmak, kaybolmaktır. Kaybolmak, benliğini yitirmektir. Keramlı’nın halka seslenişinde okuyoruz bunu: “Ben de dahil hepimiz kaybolduk. Fakat biz kaybolmak için doğmadık mı? Tıpkı Banarhev gibi… Etrafımıza baktığımızda yaşadığımız yeri seçemiyoruz. Ya bu evler gerçekten bize ait değil de zihnimizde yarattığımız görüntülerden ibaretse? Kayboluşumuza ne demeli? Her kayboluş aslında bir varoluş sancısı değil midir?”
Sineğin Okuryazarlığı, günümüz sanat teorisinde revaçta olan eko-eleştirel okumaya oldukça müsait bir bölüm. Karacabey Kroniği’nde bahsedilen Banarhev’in nasıl kaybolduğunu da bu bölümde okuyoruz. Bireysel bir kayboluş ile zemin, okuyacağımız hikâyeye bir hazırlık sunuyor: “Kendimi ne bir zamana ne de bir mekâna ait hissediyorum. Doğum ve ölüm tarihlerini de birer varolma kazığı olarak görüyorum. O kazığı çakmaya da hiç niyetim yok.” Banarhev’in kayboluş hikâyesi, seçilen Hafız’a Kur’an ezberi dışında verdikleri bir görevden kaynaklanıyor: hatırlamak. Hafız, bu zamana kadar olan her şeyi ve olacak olan her şeyi bilmekle yükümlü. Hafız ortadan kaybolunca bu köy de hatırlanmamaya mahkum oluyor.
Dağılmalar, yazarın olan her şeyden kendini sorumlu tuttuğu bir bölüm olarak karşımıza çıkıyor. Kurgunun Tanrı’sı yazar, karakterleriyle bir çatışma yaşıyor. Onları tekrar hatırlayan Tanrı, yeni bir kurgu için bu kişileri kullanıyor: “Dalıp gitmiştin. Seni, kendi bulunduğu zamana ve mekâna çekiyor. Zaten bugüne kadar yaptığı da bu olmadı mı?” Ahitler de aynı şekilde okunabilecek bir bölüm. Yazarın zihnindeki karakterlerin seslerini duyuyoruz: “Evet vardık. Artık başka bir şey olarak.” Mahsum Ece “Yazdığım her şeyin bir anlamı olması gerekirdi. Bense yazdıklarımı anlamsızlıklar üzerine kurmuştum.” diyerek anlatımın anlamsızlığına da değiniyor. Beckett’a göz kırpıyor bir bakıma. “Sayfadaki noktanın devamına bu okuduklarınızı yazıp kendimi ateşin içine attım.” diyerek kurgusunu daha sinematik bir anlatıya sürüklüyor. Bir Apartmanın Gayriresmi Portresi, yazarın geçmişini öldürerek yazdığı yeni bir deneyime işaret ediyor aslında. Ayna metaforu üzerinden ilerleyen bu kısım, yazarın zihninin farklı bir şekilde yeniden yansımasını anlatıyor. Karakterlerin farklı yüzlerine değiniliyor. Böylelikle kurguya okur da dahil ediliyor. Okurun elindeki ayna, bu kitap oluyor. Biz de artık karakterlerin farklı eylemlerinin iç dünyasına girebiliyor ve Tanrı (yazar) katına yükselebiliyoruz.
Dağılmalar, her sayfasında okurunu şaşırtan bir anlatı. Düşlerin sınırsızlığında deneysel bir gezintiyi vaat ediyor adeta. Zihnin derinliklerinde gömülü hayallerin gerçeklik ile olan çatışmasını gördüğümüz bu kitap, kendi kurgusu içerisinde kendisini her hikâyede farklı yapılardan çıkan bir anlatımla yeniden doğuran bir yapıt.
edebiyathaber.net (5 Mart 2024)