Kurmaca dediğimiz
Bunu, yazarın zihinleştirmesi olarak tanımlıyorum. Algı düzeyi/biçimi, birikimi, yaşantı zenginliği, bilgi durumu… Her şey orada belirleyici olandır.
Daha da öz’e inersek; merakları, tutkuları, arzuları, sabrıdır o kurguyu kurgu yapan.
Geçen gün bir yazar dostumla konuşurken sözü Mo Yan’a getirerek İri Memeler ve Geniş Kalçalar’ı okuyup okumadığımı sormuş, anneme dair yazdığım “Gözlerimde Taşırım Seni”yi böyle bir roman yapmamın uygun olabileceğini söylemişti. Yakup Kadri’nin Anamın Kitabı ile Andre Maurois’nun İklimler’i arasında bir roman.
Ona, “kurmaca başka bir şey” desem de; Murakami’yi anmadan da geçememiştim. Onun yalınkat; ama Yan’nın ise daha edebî/etkileyiciliği, derinlikli/yoğun bir anlatıcı, iyi bir kurmaca ustası olduğunda hemfikirdir.
Kurmaca yazmak için yalnızca bu söylediklerim yetmiyordu; başka şeyleri de göze alması gerekiyordu yazarın. Murakami, bunun bir ucunu becerebilse de, yaratıcılığında eksik olan tını kurmacasını tekdüzeleştiriyordu. Oysa Yan’ı okudukça hayata/yazının sırlarına, düş ve belleğin atlasına dönüyordunuz. Algı kapılarınız onunla zenginleşiyordu.
Birçok kitabı olan bir yazarımızın yayıncısıydım bir zamanlar. Aramızdaki yakınlığa dayanarak yazacağı son romanını etraflıca anlatır dururdu her karşılaşıp konuştuğumuzda. Son rastlaşmamızdan bir iki ay sonra roman bitmiş olarak önüme gelmişti.
Okumaya yönelince kurmacanın nasıl sarktığını, çok yazmanın her zaman “iyi” yazabileceği anlamına gelmediğine tanık olmam üzmüştü beni onun adına.
Hiçbir şey söylemeden editöre teslim etmiştim dosyayı. Düşündüklerimi, adeta cımbızlayarak, ortaya çıkarması yazarımızla aramıza kara kedinin girmesine neden olmuştu.
Kurmaca aceleye gelmez, hele hele hayatın bire bir kopyası da olamaz. Konunuz anlatılmaya değer bir öyküyü de içerse, neden anlatmak istediğinizi bilmezseniz ya da nasıl anlatılabileceğine bir türlü karara varamamışsanız sözcükleriniz ufalanır gider. Üstüne üstlük kendi anlatı/cı sesiniz de bir kurtarıcı olamaz.
Kurmacanın başladığı yer
Şu gazete haberini okuyunca: “Kurmaca nerede başlar, Scarlett nerede biter”, mahkemelik olan romancının popülerlik/çoksatarlık uğruna böyle bir sığlığı seçmiş olabileceğini düşündüm bir ânda.
Ona haksızlık etmek istemem. Ama, eğer birinin hayatını yazamıyorsanız romanını hiç yazmayın demek geliyor içimden. Hem içinden çıkamaz, başınıza dertler alırsınız, hem de kurmaca ayrı şeydir hayat ayrı, bunu da iyice bellemek gerekir diye düşünürüm. Her ne kadar kurmaca hayattan esinlense de; iş gelip yazarın zihninde bitiyor, yazma azminde/birikiminde biçimleniyor.
Kurmaca yazmak göze almaktır bir şeyleri. Ama tabii ki Grégorie Dellacourt gibi tutup Scarlett Johansson’dan esinlenerek onu roman kahramanı göstermek değildir.
Bir zamanlar kendisiyle nehir söyleşi kitabı için uzunca bir süre çalıştığım yazar üzerine, o kitabın hazırlık süresince, bir biyografik roman da yazdım.
Gelen esin, okuduklarım, bağlandıklarım, tutkularım, birikimim, o günkü ruh halim ve karşılaşmalarım bunu yazmaya o kadar elveriyordu ki; bundan vazgeçemezdim.
Söyleşiden daha çok heyecanlandırmıştı bu beni.
İkisi de aynı ânda tamamlanmıştı. Bitince kendisine söyleyip okutmayı bile düşünmüştüm. Gelin görün ki o kitap çıkarken uğradığı “kaza” bizi ayırmıştı.
Ellerimden tutup, “bu gözleri bir daha göremeyeceğim” diyen bakışla uzaklaşmıştık.
Tutup o biyografik romanı yazdığım defterleri/belgeleri bir kutuya koyup kaldırıp unutmuştum.
Gene ikimizin de dostu bir romancımızla kısa bir yolculuktayken laf lafı açınca, söz buraya geldi. Yaşadıklarımı anlatınca yazdığımdan da söz ettim.
“Aaa, hiç düşünme, adını değişir, cinsiyetini de,” diyerek şunu ekledi; “bundan iyi bir roman çıkar.” Bu biraz da beni kışkırtmaktı!
Zaman ustadır, derler ya…
Bir seminerimde kurmacadan söz ederken, katılımcı bir yazar, yolculuk yaptığım romancımızı anarak, adını verdiği yeni romanını okuyup okumadığımı sorup oradaki yazarın kim olduğunu merak ettiğini söyledi.
Onun merakı benim de merakım oldu. Akşam romana göz attım. Daha ilk satırda anlatılan romancıyı tanıdım. Yazdığım kişi değildi, ama gene ortak tanıdığımızdı. Gelin görün ki; ona anlattığım kurmaca kalıbı, anlatım formu, anlatıcı kişi aşağı yukarı aynıydı. Benim için daha da önemlisi, anlatının sığlığıydı! Evet evet, çalakalem yazılmış, sığınılan maskelerle edinilen sözlerin yavanlığı; ‘şimdi bunu neden yazdınız/anlattınız’ dedirtecek düzeydeydi. Eğer yakın durduğun tanıklığı önemsiyorsan, tanıklık ettiğin hayatı bir roman malzemesine dönüştürerek “harcamak” niyeydi?
Adı konan her şey sorumluluk istediği gibi, emek/çaba/araştırma tutarlılık gerektirir. Kurmacayı “özgür anlatı” olarak da görmem. Orada her şey söylenebilir diye de düşünmem. Onun da, anlatılana göre, kendi kuralları/gerçekliği vardır.
Sıklıkla Balzac örneğini veririm: Çalışma masasında ağlayan Balzac’la karşılaşan arkadaşı sorar; “Ne oldu?” “Yazdığım romanın kahramanı öldü!” diye yanıtlar onu, Balzac. O da: “E, canım yazan sen değil misin, öldürmeseydin o zaman!” Balzac’ın yanıtı şudur ona: “Ama hikâyeye göre ölmesi gerekiyordu!”
Kurmaca böyle bir şeydir işte!
Romancımızın o çalakalem yazışına gelince…
At binenin kılıç kuşananındır dense de; bunda başka bir bakış/duruş vardı aslında.
Neydi bu peki?
Kurmacayı bilmemek mi? Çok sanmıyorum!
Yaşamın kısırlığı/sığlığı mı? Neden olmasın?!
Ama daha da önemlisi bence, çok yazmanın sadakatsizliği, aşınması.
İşte kurmacanın asıl kaldıramayacağı da budur.
Burada adlar sıralamama gerek yok, “iyi okur” bunu hemen fark edebilir…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Temmuz 2014)