Dünya halklarının belki de ortaklaştığı tek konudur savaş. Ortaklaşmak derken çekilen ıstıraplardan, yalnız kalmalardan, suskunluklardan bahsediyorum. Kiminin gücü yetmez, kiminin umurunda olmaz, ama bir yerlerde insanların yaşama uğraşına devam ettiği acı gerçeğini de değiştirmez. PEN ödüllü Samar Yazbek de bunu yapmış Çamur Gezegeni’nde. Suriye iç savaşında tek başına kalan kız çocuğu Rima ile patlayan bombaların, kanlı bedenlerin, korkudan kaskatı kalmaların ortasında, çıkış yolu bulunabilir mi meselesini sorgulamış. Renklerin, kelimelerin yerine geçmeye çalıştığı, kayıpların benlik yitimine sebep olduğu, zamanın varlığını yitirdiği, kurtuluşun müjdesinin beklendiği bu roman, omuzumun üzerinden kaçak bakış attığımız hakikatin resmî bir belgesi gibi.
“Hayat bizimle bir yarışa girmiş de soluğunu ensemizde hissettiriyor gibiydi…”
Rima, öyle bir çocuk ki aklı ile bacakları yer değiştirmiştir; bıraksalar sonsuza kadar yürüyebilir. Kontrol noktalarından, karanlık evinden, kendisine biçilen “deli” gömleğinden sıyrılıştır bacaklarının istediği esasen. Ne delidir ne dilsiz fakat öyle olması gerekmiştir, o da buna uygun davranır. Konuşamadıkça hayalinde renkli kalemlerle çizer gitgide silikleşecek, kaybolacak hayatını. Babası zaten uzun süredir yoktur; önce kontrol noktasında annesini kaybeder, ardından bir saldırı esnasında ağabeyini. Anlattıkları da bu kayıpların ardından, ağabeyinin emanet ettiği Hasan’ın onu gizlediği bir bodrum katında dile/düşe gelir. Güneşi görmeye hasret, tek başına, bedeni her gün açlıktan, pislikten, yalnızlıktan can çekişe çekişe kupkuru olana kadar buradan anlatır durur. En büyük arzusu yürümektir ve bunu yapamadıkça hayaline sarılır durur. Bunu yapamamasının nedenlerinden biri savaştır elbet, ama bir diğer nedeni daha trajiktir; Rima, sınırsız yürüyüp kaybolmaya meyilli “bir deli” olduğundan hep birilerine ya da bir yerlere bileğinden iple bağlı yaşar. Hasan onu bileğinden bağlayıp gitmiştir ve Rima, o ipi açamamaktadır. Kendisi de şöyle dillendirir durumunu:
“Şimdi bu yazdıklarımı okudun ve orada yaşananların bulutlardan derin bir vadiye düşmek gibi bir şey olduğunu gözünde canlandırabilirsin. Ve olan tam olarak buydu! Kayıyor ve kayıyordum, düşüyor ve durmadan düşüyordum ve kuyunun dibi görünmüyordu. Gözlerim tavanda geziniyordu.”
Demir pencereden “soluk bir soğuk mavi damla gibi görünen gökyüzünü” izlerken ona eşlik edenler Küçük Prens, Harikalar Diyarı’ndaki Alice ve Kur’an’dır. Birbirini itip kakan insanların arasında, sesini duyuramadan her gün bombaların yağışını izler üzerine. “Karşıdan” -okur olarak elbette bizden de- sesinin duyulmasını umar. Bu bekleyişinde hafızası da onun sadık dostlarından olur. Hep hatırlamaya çalışır; babasının yüzünü, annesinin sesini, kendi yüzünü hatta. Anılarının kaybolmaya yüz tuttuğu o karanlık bodrum katına gidene kadar bedeni değişmiş, uzuvları kaybolmuş, zehirli gazlardan yanmış insanlar görmüştür. “Etrafımdaki renkler karanlık değildi. Ölümle aydınlanmışlardı,” dediği yerdedir ve geçmişte sahip olduklarına sarılmazsa tükenecektir.
“Dünya hep böyle miydi?”
Bu cümle hayatının neredeyse tamamını savaş ortasında geçiren bir çocuk için normal bir soru, ya peki ona karşıdan bakan için? Okur için? Muhakeme etmemizi istiyor yazar; “hayatın sadece ölümün nasıl bir his olduğunu anlamak için yapılan bir alıştırma olduğuna” inanmamamızı istiyor. Konuşmanın, bazen hiç de öyle beklenildiği gibi insanların birbirini anlamasına yarayacağını düşünmüyor gibidir. Sesini duymayanlara karşı öfkelidir ve susmuştur:
“Dış dünyayı, dilsiz oluşum yüzünden, gerçekten biliyordum ve buna muhtemelen şaşırmışsındır; seni temin ederim ki dünya hakkındaki her şeyi dilimi hareket ettirmeyi bırakarak öğrendim. Ve kitaplardan. Sanırım hayatım sondan başa doğru ilerledi çünkü cennet orada, sessizliğin olduğu yerdeydi. Sonra birdenbire, olan oldu.”
Olan, zamanın yitmesi. Yazar, Rima’yı bilinç akışı tekniğiyle konuşturarak buna vurgu yapıyor. En başından beri Rima’nın tek başına bir bodrum katında anlattığını biliyoruz, geriye dönüşlerle farklı zamanların kızın bilincinde nasıl içiçe geçtiğini idrak ediyoruz. “Zaman, ben doğmadan önce geçen zaman gibi, bir hiçti ve şimdi de bir hiç. Zamanı anlamıyorum. Zamanı bilmiyorum ve yanlış yöne dönen saatin kolları gibi sabit bir noktada asılı kalmışım,” diyor. Kaldığı yerden, devam edebilmek için belleğine yaslıyor zamanı yoksa kaybolacak. Burası onun için bir “çamur gezegeni”; güneşini çoktan kaybettiği bu yerde yaşayabilmek için hayal etmesi elzem.
Çamur Gezegeni, bu harap hali gülistan eylemiyor. Günbegün, katbekat acıların sonunda haykırmak isteyen bir kızın, bir halkın, bir coğrafyanın kaderini dile getiriyor; görmek ve duymak isteyenlere.
edebiyathaber.net (9 Şubat 2024)