“Bazen sanatın ne işe yaradığını düşünürüm kendi kendime. Kömür madeni dehlizlerindeki kafeslerinde havayı solumaya çalışan serçelerin haline benzetirim sanatçıları. Sanatçılar hassas oldukları için toplumlara gereklidir. Hatta aşırı hassas.
Madenlerde çalışan kaslı, yapılı, koskocaman adamların farkına varamadığı öldürücü gazların varlığına dikkati çekmek için oradadırlar çoğu kez…”
1922 yılının 11 Kasım sabahı Amerika’nın Indianapolis kırsalında bir çocuk dünyaya
gelir. Babası da dedesi gibi Alman kökenli başarılı bir mimardır. Kurt ise büyüdüğünde
Cornell Üniversitesi’nde biyokimya dalında öğrenim görmeyi tercih edecektir.
Kurt Vonnegut Jr., II. Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak orduya katılır. Uzun süren bir eğitim sürecinden sonra Nazi işgalindeki müttefik ülkelerin topraklarında savaşa gönderilir. 1944’de izinli olarak eve döner. Anneler gününü ailesiyle birlikte kutlamak istemiştir yalnızca. Aynı saatlerde annesinin bir kutu dolusu ilaç yutup intihar edeceğini nereden bilebilirdi?
Vonnegut cepheye geri döndükten kısa bir süre sonra da, birliğini kaybeden bir grupla birlikte Nazi’lere teslim olmak zorunda kalır. Rütbesiz asker sıfatıyla çalıştırılmak üzere daha doğuya, Dresden’e gönderilir. Askeri fabrikaların olmadığı, heykelciklerin sokakları
süslediği bu asude Alman şehri savaşın bitmesine günler kala Amerikan ağır bombardıman uçakları tarafından yerle bir edilirken oradadır. Birkaç saat içinde 135 bin sivil ölmüştür.
Yaşadığı korkunç travmanın etkisi altında ülkesine geri döndüğünde bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başlar. Tanık olduğu o muazzam katliam, gazetesinde çalışan hiç kimseyi ilgilendirmez bile. İşinden istifa eder. Bir süre araba satıcılığı dahil farklı işleri denedikten sonra yazarlıkta karar kılar. Gençlik aşkıyla süren evliliğinde işler yolunda gitmeyince, hayatını ikinci eşi profesyonel fotoğrafçı Jill Krementz ile birleştirecektir.
Vonnegut, hayatı boyunca tutkulu bir sigara tiryakisi olarak yaşadı. “Aslında sürekli Pall Mall içerek oldukça asil bir biçimde intihar ediyorum” dediyse de, 2007 yılının nisan ayında, seksen beş yaşındayken, Manhattan’daki evinin merdivenlerinden yuvarlanarak hayata veda etti.
Bilim kurguyu, kameraları yükseklere, uzaya çıkarıp dünyada neler olup bittiğini gözlemlemek için kullandığını söylerdi. Hayalinde canlandırdığı kaotik evren tesadüfler, rastgele tercihler ve uyumsuzluklar üzerine kuruluydu. Hümanizmi esas alan yaşamı ve eserleri, dar kafalı yöneticilerin kifayetsizliğini, silahlanmanın anlamsızlığını teşhir etmeye adanmıştı.
Son kez nefes aldığında hâlâ Amerikan Hümanistler Birliği’nin onur başkanıydı.
“Bir çocuğun sesiyle yazıyorum. Bu da beni lisede okunabilir kılıyor”
Usta yazar Vonnegut, dünyayı terk edip gitmeden önce yazar adaylarına şu tavsiyeleri miras bırakmayı da ihmal etmemiştir:
1. Roman yazmaya girişirken ilgilendiğiniz bir konu bulun.
· Yazarken lafı gevelemeyin
· Basitlikten şaşmayın
· Gereksiz sözcükleri kesip atın
· Özetle okurunuza acıyın
2. Romanda her okurun kendinden bir parça bulabileceği en az bir karakter
yaratın. Her karakter bir bardak su bile olsa bir şeyler istemeli.
3. Yazdığınız her cümlenin bir işlevi olmalı, ya karakteri tanımlamalı ya
da kurguyu geliştirmeli.
4. Hayalinizde yalnızca tek bir okuru düşünerek yazın, perdeleri sonun
kadar açıp her okurla aşk yaşamaya kalktığınızda zatürree olursunuz.
Özgün bir yazar, özgür bir adam…
Birkaç kısa öyküden sonra 1952 yılında, Kurt Vonnegut Jr.’ın ilk eseri “Player Piano – Otomatik Piyano” yayınlanmıştır. Aldous Huxley’in “Brave New World – Cesur Yeni Dünya” romanının tarzında yazılmış bu eser, genel hatlarıyla iş gücünün yerini giderek robotların aldığı dünyayı anlatan bir bilim kurgudur.
İkinci romanı yine bilim kurgu tarzındadır. 1959’da yayınlanan “The Sirens of Titan – Titan’ın Sirenleri” dünyayı işgal eden Marslıları anlatırken aslında özgür iradeyi, her şeyi
tepeden görüp kavrayabilmeyi ve insanoğlunun varoluş amacını sorgulamaktadır.
Vonnegut ilk büyük çıkışını 1963 yılında yayınlanan “Cat’s Cradle – Kedi Beşiği” adlı
eseriyle gerçekleştirmiştir. Atom bombasının yaratılışından ve Hiroşima’dan esinlenen bu fantastik roman, dört duvarla gerçek hayattan yalıtılmış bir laboratuarda, sonucunda neler olabileceğinden habersiz çılgınca buluşlar yapan bilim adamlarının bilinçsiz saflığını hicvetmektedir. Yazar bu kez bilim, teknoloji ve dinlerin insan hayatı üzerindeki etkilerini incelerken silahlanmanın anlamsızlığıyla da acı acı dalga geçer. İşin en ilginç ve ironik tarafı, öğrenciyken hazırladığı tezi yetersiz bulup geri çeviren Chicago Üniversitesi’nin bu kitap yayınlandıktan sonra Kurt Vonnegut’u davet edip antropoloji dalında yüksek lisans derecesi vermesidir.
1969 yılında yayınlanan “Slaughterhouse-Five – Mezbaha 5” gerçekte otobiyografik özellikler taşımaktadır. Almanlara esir düşen bir zaman gezgini olan “Billy Pilgrim” dünyanın görmezden geldiği bir vahşeti okurlara anlatır. Savaş zaten bitmiştir, bu arada son perde kapanıp kulakları sağır eden tamtamların sesi tüm salondakileri coştururken, Amerikan B29 ağır bombardıman uçaklarından fırlatılan ve aslında havadaki oksijeni emmek üzere tasarlanmış yanıcı bombaların marifetiyle 135 bin insan birkaç saat içinde daha ne olup bittiğini bile anlamadan evlerinde, sığınaklarda ölecektir.
“Mother Night – Gece Ana” (1961) “God Bless You, Mr. Rosewater – Allah Senden Razı Olsun Mr. Rosewater” (1965), “Welcome to the Monkey House – Maymun Evine Hoş
Geldiniz” (1968), “Breakfast of Champions – Şampiyonların Kahvaltısı” (1973), “Jailbird – Kodes Kuşu” (1979), “Slapstick” (1976), “Galapagos” (1985), “Bluebeard – Mavi Sakal” (1987), “Hocus Pocus” (1990), “Timequake” (1997) adlı eserlerin de unutulmaz yazarıdır Kurt Vonnegut Jr. Bazı kitaplarının sayfalarında rastlanan güçlü karakalem çalışmaları da bu çok yönlü yazarın grafik sanatçısı kimliğini yansıtır.
Bir defasında “Yazarın işi bir yabancının vaktini, o vakit boşa harcanmış gibi hissetmeyeceği şekilde kullanmaktır” demişti Vonnegut.
Sanırım onun hiçbir okuru vaktinin tek bir dakikasının bile boşa harcandığını düşünmedi…