Dünyanın mevcut durumuna ilişkin söylenecek pek bir şey kalmadı. Aslında yapılacak da bir şey kalmadı. Raydan çıkmış vaziyette bayır aşağı tam gaz gidiyoruz. Biz, sıradan insanlar sabah uykudan gözümüzü açtığımız andan itibaren tam o esnada dünyanın bin bir farklı yerinde, bin bir farklı olay meydana geliyor. İşin kötü tarafı dijital çağda bu yaşananların hepsine saniyesinde tanık olmak haliyle üzerimizde büyük bir baskı yaratıyor. Bu yüzden de her şeye alıştık, her şeyi kanıksadık ve her şey artık bize sıradan, normal gelmeye başladı.
Aramızda en son neye şaşırdığını hatırlayan var çıkar mı sizce? Bence çıkmaz. Savaşlar düzenin bir parçası, bunu doğuran göç sorunu da gayet anlaşılır, evet, iklim krizi de bizim yüzümüzden ortaya çıktı. Bunların hepsini biliyoruz. Ve bilerek de yaşamaya devam ediyoruz. Peki çare ne? Ya da bir bu sorunlara getirilecek bir çözüm var mı? Çok geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kardır. Hala kurtaracak bir şeyler bulma imkanımız olabilir. Bunun yolu da sonuca odaklanma alışkanlığımızı bir kenara bırakıp ‘neden’e yani ‘başlangıca’ bir göz atmak. Bunu ben söylemiyorum. Amitav Ghosh söylüyor.
Amitav Ghosh son dönemin en popüler ve en önemli düşünürlerinden biri. 1956’da Kalküta doğan yazar, Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’da büyümüş. Eğitimini Delhi, Oxford ve İskenderiye’de tamamlamış. Tarihi kurgularıyla bilinen ve çevre, doğa, eko-eleştiri konularını ele aldığı eserleri otuzdan fazla dile çevrilmiş. Ve Amitav Ghosh’un oklarını dünyanın şu andaki en önemli sorunları olan iklim krizi, göç ve mülteciliği ele aldığı son romanı Silah Adası, Mehtap Özer Isovic çevirisiyle, Timaş Yayınları etiketiyle artık Türkçede.
Kitap, Amerika’da, Brooklyn’de nadir kitap satıcı olarak çalışan Deen’in, mesleği gereği Asya’ya özgü kitaplar sattığı için onları yerinde görmek üzere memleketi Kalküta’da geçirdiği kış mevsimiyle açılışını yapıyor. Deen her ne kadar buraya iş için geldiğini söylese de içten içe onu Kalküta’ya getiren şeyin özel hayatındaki yalnızlıktan kurtulmak olduğunu itiraf ediyor. Saçma bir şekilde biten son ilişkisinden sonra kendini iyiden iyiye mutsuz ve yalnız hisseden Deen, geniş akraba çevresi sayesinde bir kadınla tanışabileceği umuduyla bu kez daha erken gidiyor. Günler haftaları, haftalar ayları takip ediyor ve Deen’in Brookyln’e dönüş gününe birkaç gün kala hayatına ‘Bonduki Sadagar’ yani Silah Taciri giriyor. Ve Deen’in yaşamını kökten değiştirecek olaylar zinciri de böylece başlamış oluyor.
Bir Bengal efsanesi olan Silah Taciri’yle birlikte macera dolu bir yolculuğa başlayan Deen, yanına Piya’yı, Cinta’yı, Rafi ve sevgilisi Tipu’yu da alarak yüzyıllar öncesinin Küçük Buzul Çağı’na, doğal felaketlere, siklonlara ve bunların nasıl sonuçlar doğurduğuna birinci ağızdan şahit olurken mitolojik efsaneler, Marco Pololar, köleler, tacirler ona bu yolculukta eşlik ediyor. Gittiği şehirlerde karşılaştığı savaştan, açlıktan, ekolojik krizden kaçıp gurbette aç, uykusuz çalışan göçmenler kendi hikayeleriyle Deen’e bambaşka hayatlardan kesitler sunarken Deen’in çıktığı bu yolculuk bir yirmi birinci yüzyıl insanının dünya üzerindeki sonuç değil sebep olduğunu da ona yaşatarak anlatıyor ve aynaya bakmasını salık veriyor.
Amitav Ghosh, Silah Adası‘nda mitolojiyi, iklim krizini, göçü, mülteciliği ustaca ve edebi bir dille harmanlarken, başta çok mantıksız gelen ama karakterlerin ortaya koyduğu savlarla ‘olanaksız’ diye bir şeyin artık ortadan kalktığını ve ‘başka bir dünyanın’ değil ‘imkansızın olmadığı bir dünyanın’ var olduğunu, günümüz insanının da o ‘dünyada’ yaşadığını gayet akla yatan görüşlerle anlatıyor. İspatını da Deen’in can yoldaşı Cinta’ya bırakıp yazıyı noktalayalım:
“Sen ve ben eski manada insan ruhunun ele geçirilebileceği bir dünyada yaşamıyoruz. Bunlar atalarımızın başına gelirdi çünkü iradeleri ve dünyada var oldukları hissi, hayatta kalmaları için çok önemliydi. Geçinebilmek için toprağa, havaya, hayvanlara, komşularına, ailelerine, vesaireye bağımlı yaşamak zorundaydılar; ki bunların hiçbiri, -bir bankamatik veya stazionede bilet satan gişe memurunun yaptığı gibi- sırf istediler diye ihtiyaç duydukları şeyi onlara vermezdi. Rüzgar ve hava şöyle dursun, ister eşleri ister atları olsun, geçimlerini sağlamak için bel bağladıkları her şey onlara karşı koyabilir ve direnebilirdi. Sırf hayatta kalmak için varlıklarını dayatmaları gerekiyordu yoksa onlara yenilir, kendi kendilerinin gölgesi haline gelirlerdi. Bu nedenle ruhun ele geçirilmesi –varlığın yitirilmesi- onlar için bu denli endişe verici bir meseleydi. Sen ve ben böyle bir tehditle karşı karşıya değiliz. Biz, bireysel olmayan bir sistemler dünyasında yaşıyoruz; paramızı almak için bir bankamatiğe varlığımızı dayatmak zorunda değiliz; çalışsın diye cep telefonlarımıza irade gücümüzü dayatmak zorunda değiliz. Bizim koşullarımızda yaşayan hiç kimsenin her gün geçinmek için varlığını dayatmasına gerek yok. Buna gerek olmadığı için de bu var olma hissi yavaş yavaş zayıflar veya kaybolur veya unutulur –sistemlerin kontrolü ele almasına izin vermek daha kolaydır.”
edebiyathaber.net (13 Haziran 2022)