Fadime Uslu’nun “Ay Eskir Gün Işırken” isimli son kitabı, derin derin düşündürerek, derin derin nefes aldırarak okunabiliyor. Fadime Uslu, güçlü bir kalem, duyarlı bir yürek, sanatın her dalından anlayan ve bunların hepsini öykülerine aktarabilen usta bir yazar.
Yazarın öykülerinde alttan alta öğretmenliği yer alıyor. Öykü atölyelerinde verdiği dersler sırasında öğrencilerinin yaşadığı yazma sıkıntılarını yüreğinde taşıdığı öykülerinden anlaşılıyor. Yazar, öykülerinin kurgulanması sırasında çektiği sancıları açık yüreklilikle ortaya koyuyor. Yazmanın kolay olmadığını, doğru sözcüğün izini sürme cesaretinin ise gösterilmesi gerektiğini söylüyor.
Uslu’nun yaratıcılığı tam da burada başlıyor. Uslu, bu izleri felsefede, tarihte, arkeolojide, resimde, müzikte, sinemada arıyor ve buluyor. Uslu, entelektüel bir yazar ve belli bir okur kitlesine hitap ediyor.
Uslu, “Ay Eskir Gün Işırken” isimli öykü kitabında öykülerini üç ana başlık altında topluyor. İlki hem kitabın hem başlığın hem de öykünün adını alıyor: “Ay Eskir Gün Işırken”.
Yazar, bu başlık altında yer verdiği öykülerinde iktidar-birey, otorite-özgürlük karşıtlığını ele alıyor. Egemen gücün egemenliğini devam ettirmek için bireyin yaşamını nasıl kontrol altına aldığını, önce tarihsel bir perspektifle hünkâr-köle ilişkisi üzerinden betimliyor. Tarihten süzülüp gelen bu karşıtlıkların günümüzde de devam ettiğini göstermek amacıyla Ankara Gar Katliamına, Gözaltında Kaybolanlara ve Barış İmzacılarına okurun bakışlarını yöneltiyor. Yazar, varlık felsefesinin “varlık zamandır” anlayışından hareketle, var olduğuna ve yaşanılanlara tanıklık ettiğine göre yaşanılanları yazma noktasında kendisini sorumlu görüyor. Yazarın ustalığı bu noktada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Yazar, acılar üzerinden bir nefret dili oluşturmadan, acıları okurun gözüne sokmadan ama ödün de vermeden anlatıyor. Kimlikler ve inançlar üzerinden bölünmüşlüğü ve bunun yapaylığını, Ulis’in Bakışı” filmine atıfta bulunarak gösteriyor.
Öykü kitabının “Soylu Ağacı” başlığını taşıyan ikinci bölümü, beş öyküden oluşuyor. Bu öykülerde yazar, genç bir karakter üzerinden -çocukluk bir hazine olarak yazarın kendisinde saklı- toplumsal ve siyasal dönüşümü anlatıyor. Bu dönüşümün bireyler üzerinde yarattığı kırılmaları ise Leylâ karakteri üzerinden anlatıyor. Büyükşehir’e taşınan ailelerin yalnızlığını, doğadan uzaklaşmayı anlatıyor. İyi şeyler de gerçekleşiyor. Kızlarının başını okşamaktan utanan değil, kızlarının saçını taramaktan, onlarla oynamaktan keyif alan babalar var artık. Kadınların kadim yarası: Aldatılmak. Aldatma kapının dışına bırakılan, yokmuş gibi davranılan bir olgu değil, konuşularak, sevgiye ulaşılarak aşmaya çalışılan bir olgu artık. Yazara göre sevgi; zamansız, mekânsız, cinsiyetsiz ve estetik. Öze dönmek, sevgiye ulaşmak gerekiyor. Bunun aracı; koku, bakış, tablo, fotoğraf, sözcük olabilir. Bunu arayıp bulmanın sorumluluğu ise bireye ait.
Kitabın beş öyküden oluşan üçüncü bölümü, “Gölge Ufku” başlığını taşıyor. Kentsel dönüşümle ortaya çıkan yüksek, çok katlı binalarla donatılan şehirlerde anıların, geçmişin yok olması, doğayla iç içe, geçmişine bağlı yaşlı karakterler üzerinden anlatılıyor. Yazara göre, doğa ne kadar tahrip edilse de hâlâ iyileştirici, hâlâ kurtarıcı.
Yazarın yüreğindeki sıkıntıları, “tırtıl” metaforu ile dile getirmesi etkileyici. Pençeleriyle parçalayan bir aslan, boğarak nefessiz bırakan bir yılan, ruhunu zehirleyen bir sarmaşık değil. Bu metafor hem nahif ve temiz bir yüreğin hem de umudun göstergesi.
Öyküleri puzzle gibi birleştirdiğinizde ise bu toprağın kuşakları çıkıyor karşınıza. Daha farklı bir dünya hayalini kuran, savrulan 68 kuşağı; gözaltında kaybolan, yitik 12 Eylül kuşağı; ellerindeki tabletleriyle yeni dünyayı inşa etmeye başlayan “Ejderler”, Z kuşağı.
Özlem Söğütlü – edebiyathaber.net (22 Mart 2021)