1. Aylak Adam
“Mektubumu ‘senin’ diye bitirmeyi düşünüyor muyum? Hayır, bundan daha yanlış bir şey olamaz. Hayır, sonsuza dek kendime zincirlendim, neysem oyum ve bununla yaşamak zorundayım.” (Kafka, Felice’ye Mektuplar)
Aylak Adam biraz da benim. Böyle hissettiğim anlar oluyor. Ama bu sadece metinle aramdaki olabildiğince kişisel serüvene işaret etmekten başka neye yarar? Sanat başka neye yarar?
Yüksek edebiyat bir kimliksizler resmigeçicidir. Olasılıkla birçok şey Dostoyevski’nin doppelgänger temalı İkiz’i ile başladı. Ya da şöyle söylemeli: Kimliklerden kimliklere geçiş, anlamlandırma uğraşısı. Kısa süreli bunalım anları. Ben ve öteki, kötü ikiz, gölge karakter. Alter ego. Olmak istenilen kişi, kendin olmak isteyişin. Düşlediğin kişi ve olduğun kişi. İzolasyon. Evet, olasılıkla her şey Dostoyevski ile başladı. İkiz‘deki Goladkin bunun müsebbibi. 9. derece devlet memuru Goladkin. Oradan Kafka’ya uzanan büyük bir tünel var, hiç girdiniz mi? “Herkesin bir yeraltısı vardır,” diye söyletmişti kahramanına Dostoyevski Yeraltından Notlar‘da. Aylak C’nin yeraltısı da özbenliği, içine baktığında başını döndüren kendi kompleks iç dünyasıdır.
Değişimden değil, dönüşümden muzdarip Gregor Samsa (Kafka’nın Dönüşüm’ü), saçmanın (absürd) temsilcisi olduğu için değil, saçma olanı deneyimleyip teklifsizliği ve geriye çekilişiyle saçmalığı öteleyen marjinal Meursault (Camus’nün Yabancı’sı), kendi içindeki o derin uçuruma baktığı için vertigosuyla yüzleşmek zorunda kalan Raquentin (Sartre’ın Bulantı’sı); yeraltının diğer kazıcıları arasına önce Aylak Adam‘ın C’sini, daha sonra Tutunamayanlar‘ın Turgut Özben’ini yerleştirdiğimizde tablo büyük ölçüde tamamlanmıyor mu? Varoluşsal bulantı, birey-toplum çatışması, toplumsal önkabuller ve dayatılan roller, yalnızlık ve yabancılaşma, cücelerin bürokrasisi, aşkın olanaksızlığı, evlilik ve sürüye katılma korkusu, sanatçının evrensel trajedisi, bazen her yerin aynı olabileceği gerçeği ve hiçbir yere kaçış, inziva, ekonomik yaşamı reddediş, şu veya bu. Artık bunlar biraz da gelenekselleştiğine göre geçelim şimdilik.
Bu nedenle, daha önemli bir mesele var: roman sanatı.
Oraya geleceğim:
Modernist gelenek içinde yer alan anlatılar gibi Aylak Adam da fragmanter öznenin haletiruhiyesini tasvir eder. Modern yalnızlığın bizim karasularımızdaki izdüşümüdür aylak adam ya da C.
C. merkezden yoksundur. Merkezsizlik, her yerin birbirine benzemeye başladığı uzamda anarşizan bir tavrı gerektirir. Yalnızlık, korkunç bir şey değildir; onda bilen için müthiş bir yaratıcı potansiyel vardır.
Sanırım her şey Kafka’nın K’sı ile başladı. En yakın örneklerden biri de Orhan Pamuk’un Kar‘ındaki gazeteci-şair Ka. İlkinde tanrısını yitirmiş, merkezden kopmuş, kimliksiz, rol kalıpları dayatılan bir insan-özne söz konusudur. İkincisinde yazarının kurguladığı oyunsu evrenin yansıması niteliğindeki bir meta-kahraman. Yani biri kurmaca (fiction), diğeri üstkurmaca (metafiction). Biri modernist, beriki postmodernist. Biri konjonktürel, öteki zamanlar ve uzamlarüstü.
Özelde roman sanatının, genel anlamda ise sanatın gücünün sınırlılığına olan inancın yansıması daha çok postmodernist gelenek için geçerlidir. “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır,” diye yazmıştı muhteşem Stendhal. Modernist romancı için bütüncül imaj ve teoriler zımnen mümkün değildir. Öznenin fragmanter dağılmışlığı aynıyla roman sanatı için de geçerlidir. Postmodernist için ise sanat bir oyun bahçesinden başka bir şey değildir.
Aylak Adam anlatıcı (narrator) ile kahramanın sesinin iç içe geçtiği modernist bir romandır. Ya da yanlış anlaşılmamak için şöyle demeliyim: C. bir bakıma Yusuf Atılgan’ın içsel konuşmasıdır, denebilir. Aylaklık, Atılgan’ın Türk edebiyatındaki aylaklığına, yalnızlığına ve keşif duygusuna karşılık gelir ya da gelmelidir. Bu aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın aylaklığı, yalnızlığı, keşif duygusudur. Bu spekülasyonu hemen geçip sessizlik sorunsalına değineceğim: Samuel Beckett’in tiyatro yapıtlarındaki sessizlik tanrının sessizliğidir bir bakıma. Bir açıdan da modern uygarlık karşısındaki çaresizliğin bir gösterisine dönüşür. C. de sessizliğini muhafaza edecektir. Kendi iç sesini işitmeye devam edecektir. Toplumun kulağına fısıldadıklarına yüz çevirecektir. Ortajen değer yargılarını bertaraf etmek isteyecektir.
Beklenen nedir? Godot’yu beklemek gibi bir haletiruhiye değil mi? Godot ister tanrı, aşk, mutluluk, ruh ikizi ya da her ne olursa olsun, gelmemiştir. Ya C’nin beklediği? Yoksa bir şey beklemekten de yorulmuş mudur ya da Camus’nün Meursault’su gibi geri mi çekilmiştir? Geri çekilme, kendi kabuğuna sığınma, içe dönüklük, Beckett’in suskunlukları, metinde bıraktığı boşluklar ve üç noktalar ile yan yana düşünülebilir mi? Pekâlâ evet.
Aylak adam C., Camus’ye referansla başkaldıran insan‘dır. Zaman, saatler, günlük alışkanlıklar kontrol ajanları tarafından belirlendiğine göre isyan etmek, susarak ve geri çekilerek yanıt vermek, sıra dışı olmak için birçok sebep vardır. C. kendi zamanını kendisi belirleyip yaşamak isteyen bireyin edebiyat haritasındaki izdüşümüdür. Saatlerin ayarlandığı ketum bir enstitüden kaçmış bir anti-kahramandır belki, zamandan azade olmak için kendi bireysel uğraşısını veren.
Dava‘nın Josef K’sı, sözüm ona Kafka’nın deney kobayı biraz da Aylak Adam‘ın C’sidir. Tekbaşınalığın simgesi K. iktidarla, onun cisimleşmiş görüntüsü bürokrasiyle; birbaşınalığın simgesi C. sosyal çevresiyle savaşır. İkisinin de sonu aynıdır bir bakıma. Her ikisi de büyük-öteki tarafından ele geçirilerek yalıtılır. Kafka, K’yı öldürterek nihai sonu gösterir ve pesimist geleneğe eklemlenir. Bir yaşam daha trajediyle sonuçlanmıştır. Atılgan ise C’nin iktidar aygıtınca yutuluşunu göstererek aynı geleneği takip eder, ama son tahlilde belirsizliği işaret eder. Şöyle de denebilir: C’nin olası geleceği K’nın sözüm ona büyük-öteki tarafından ele geçirildiği uzamda başlar. C, belki de K’nın akıbetine doğru yol almaktadır/almıştır.
Aylak C. freudyen bir kahraman mıdır? Hiç duraksamadan evet yanıtını verebiliriz. Saplantıları (akla ilk gelen, kadın bacaklarına karşı geliştirdiği obsesif duygudur) doğrultusunda freudyendir C. Karşı cinsinde aradığı, annesinin kayıp hatırası, onun belli belirsiz şefkatidir. Kadın bacakları saplantısı ana rahmine dönme özleminin, bir başka deyişle, ölüm karşısındaki o müthiş büyülenmenin freudyen metaforudur.
Son olarak: Anayurt Oteli‘ndeki Zebercet, C’nin sonudur diyebilir miyiz? Belki. Ona daha sonra geleceğiz.
2. Anayurt Oteli
“Ruhsal evrenden başka bir dünya yoktur; duyular evreni diye adlandırdığımız şey, ruhsal evrenin kötülüğüdür ve o kötülük dediğimiz şey, sonsuz ilerleyişimizde bir anın zorunluluğudur sadece.” (Kafka, Aforizmalar)
Önce genel bir çerçeve:
Anayurt Oteli, içe kapalı Türkiye’nin mikrokosmosudur. Kendi halinde yaşayan insanların gündelik yaşamı alabildiğine rutin, renksiz, sıkıcıdır. Taşra bir boğuntu alanıdır. Oradan çıkış yoktur. Nikolay Gogol’un, Anton Çehov’un, Nuri Bilge Ceylan’ın taşrası denli tehlikelerle doludur burası, her türlü olasılığa açıktır.
Anayurt Oteli ana rahmini de sembolize eder. Harice açılmak isteyen bünye zorluklarla karşı karşıya kalır. Hayat bir suçluluk duygusunun karanlık uzamıdır. Bu, Otto Rank’ın doğum travması fikrinin yeniden anımsanmasıdır bir anlamda. Zebercet için korunaklı alan anne bedeninin ikamesi karakterindeki oteldir. Beklediği, olası sevgili adayı, esasen annenin çarpıtılmış bir görüntüsüdür. Kayıp anne ya da eksik nesne asla bulunamayacaktır (beklenen Godot asla gelmeyecektir) çünkü ana rahmi yıllar önce terk edilmiştir.
İntihar modern edebiyatın gözde konularından biridir. Zebercet, “Neyi bekliyorum ki?” diye soracak ve ipi boğazına geçirecektir. Konu dışı bir vurgu: Filmleri modernist sinema geleneği içinde yer alan Ömer Kavur’un 1987’de çektiği film uyarlaması çok başarılıdır. Zebercet’i oyunlaştırmak için Macit Koper kesinlikle en iyi seçimdir.
Yalnızlık, yabancılaşma, bulantı, iletişimsizlik modernizmin hastalıklarından birkaçıdır. Dünya yabancı ve düşman bir yerdir. Duygusal insanlara göre bir yer değildir. Ne derler: Cahillik, mutluluktur. Zebercet’in cesareti ile C’nin geri çekilişi yan yana düşünülebilir. Her ikisi de izole varoluşlarıyla bir gövdenin iki koludur.
“İnsan bastırılmışlıklarının toplamıdır,” diye yazar Freud. Aile ve çocukluk bir derttir; kişiliğin ana oluşma alanıdır. Ondan (maziden) kopma olanağı yoktur. “Unutmasaydım,” diye yazar Freud, “ölürdüm.” Kimlik ise asli bir sıkıntıdır. C’nin kimliği tüm kimliklerden arınma çabası ise Zebercet’in kimliği kimliksizlikle belirginleşir ancak. Bir isme bile sahip olamayan kahraman (C) en nihayetinde sosyal yaşamda pek rastlanmayan bir ismi (Zebercet) kuşanır.
Libido her an patlamaya hazırdır. Kimlik bir başka derttir. Cinsellik her şeydir. Anayurt Oteli de Aylak Adam gibi freudyendir. Cinsellik her şeyin başlangıcı ya da sonudur.
Her iki roman da Dostoyevski-Kafka-Sartre-Camus-Beckett paralelinde inşa edilmiştir. Kısmen Ulysses (James Joyce) etkileri görülür. Sigmund Freud ve Otto Rank ise psikanalitik etkilenim merkezidir.
Üstte sıraladıklarım sadece genel bir izlenim edinmeyi sağlıyor, eğer sağlıyorsa. İşbu nedenle asıl meseleye geleceğim:
Zebercet, C’nin sonudur, derken elbette kültürel dinamikleri göz ardı etmiyorum. C. esasen sanatçı ruhuyla, kırılgan refklesleriyle Yusuf Atılgan’ın iç sesidir, diye yazmıştım. Kültürlü, iyi bir birikime sahip, kendisini ve dünyayı, içinde bulunduğu koşulları, hülasa çevresindeki görünmeyen kaosu, yozlaşmış, ikiyüzlü, rutinleşmiş insan ilişkilerindeki kokuşmuşluğu anlamlandırabilen, literatüre hakim gözüken, alışılmış ahlaki değerleri ve statükoyu reddeden biridir. Kendi içine kapanmış entelektüelin trajik bir tezahürüdür. Zebercet ise elbette taşra kökenlidir. C’ye nazaran kültürel algısı gazete okumaktan öteye gitmez. Bir nevi, olan biteni papağan gibi tekrar eden, çok ender istisnalar dışarıda bırakılırsa iktidar merkezli medyanın kanalize ettikleriyle yetinir gibi görünür. Dolayısıyla çıplak gerçekliğe hakimiyeti kuşkuludur. Bu minvalde bulantısının nedenini C. gibi tam anlamıyla kestiremez. Romanda buna dair belirli izlenimler yoktur. Yusuf Atılgan, Zebercet’i de C’yi de freudyen sorunlarla donatarak kurgulamıştır. C’nin mazide yaşadığı cinsel deneyim saplantılarının oluşmasında başat bir itici görev üstlenmiş olabilir. Zebercet ise çocukluktan bu yana kısmen aseksüel, yer yer kadınsı kimliğiyle içe dönük, fazla konuşmayan bir figürdür. Beckettvari sessizliğin her iki kahraman için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Ne tanrı ne de aşk, bir kurtarıcı yoktur Zebercet için. C. ise metafizik olanın yerine sanatı ikame eden bir sanatçı bünyedir.
Sonuç olarak, C. ile Zebercet’in birbirinin devamı olan, kesinlikle biri diğerinin sonu olan karakterler olmasa bile hemen hemen benzer dertlerle muzdarip oldukları öne sürülebilir. Ya da şu: Zebercet, C’nin taşra döngüsündeki şizoid karşılığıdır. Veya şu: C., Zebercet’in metropoldeki başkaldıran insan olarak yeni kimliğidir. Atılgan’ın pesimist değil de her büyük sanatçı gibi gerçekçi olduğunu öne sürebiliriz. Her iki kahramanına da yaşam olanağı sunmaz ya da karakterler toplumun kendilerine dayattıkları kimliği taşıyamazlar ve kendi yollarını seçerler.
Şiddet ise ana döngü içerisindeki tuzaklardan biridir sadece. C., kaçındığı ötekinin şiddetine maruz kalırken Zebercet tıpkı atası Meursault gibi nedensiz şiddete yönelerek bir nevi kendi kendini cezalandırır. Bu anlık şiddet patlaması en sonunda içe yönelir ve varoluşsal seçim ufukta görünür: intihar.
Ahmet Hamdi Tanpınar’dan sonra beş büyük romancı yetişmiştir: Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, Orhan Pamuk. Atılgan kısmen Ağaoğlu, Karasu ve Pamuk’un hocasıdır. Gerek Aylak Adam ve gerekse Anayurt Oteli ise modern Türk romancılığının nirvanasıdır.
Hakan Bilge – edebiyathaber.net (8 Mart 2019)