Heinrich Heine, Laurence Sterne’in anlatıcılığını değerlendirirken şunu söyler: “…kendini okuyucularına giysilerini çıkarmış halde sunar, çırılçıplaktır.”
Bu, bir anlatıcının yalınlığını görme/anlama/gösterme ifadesidir, bence.
Kuşlar Yasına Gider romanında Hasan Ali Toptaş’ın anlatıcı olarak hem bu yanını, hem de birçok yüzünü görürüz.
Romanı okurken, zaman zaman, hep aynı şeyi yazıyor/anlatıyor izlenimine kapılsanız da; tekrarlardaki dönüşsel sözün birçok anlamı ortaya çıkarmaya yönelik olduğunu anlarsınız.
Toptaş, saydam bir anlatıcı olarak bir olaya yaslanmak yerine bir durumu enine boyunu bütün yönleriyle irdelemeyi önceler. Bu kez, adeta ölüme çare arayışın öyküsünü yazar. Babasının sayrılık halinin çaresizliği oğlu çare arayışına iter. Bu gidiş gelişler, yaşanan döngü umarsızlığın içinden ağıp gelenlerin anlatımıyla bir romansa dönüşür.
Anlatıcı oğul/yazar, bu arayışın bütün kapılarından geçiriyor bakışını ve ruhunu.
Bir yeri anlatan olmak, kendi yazı evreninin sözüne, söylemine kaçınılmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, hayatı anlatmak için öte yerlere gitmesine gerek yoktur.
İyi anlatıcı bilir ki; hem imgelemi, hem sözünün yordamı, belleğinin zamanı; hem de yaşananların yanılsaması olan gerçekliğin yolu hep oradan geçer.
Eğer bunu, bu yanını yazarın/anlatıcının yerli/lik yanı olarak değerlendirirsek; evrensele gidişin yolunun buradan geçtiğini söylemek yabansı gelmemeli. Çünkü yazar orada insanı/hayatı, insanlık durumlarını anlatmaktadır. Ama bir dile bağlı olduğu kadar, bir yerlidir de, öyle de olmalıdır.
Hasan Ali Toptaş, nicedir, edebiyatımızda yitirilmeye başlayan bu yerlilik damarının önünü açarak özgün yapıtlar ortaya koymaktadır.
Susarak anlatan anlatıcı. İnsana, topluma bir kıyıdan bakar. Gözü, gönlü o kıyıdaki bildikleri, görüp eyledikleridir. Yerin rengi, türküsünün sözü, insanının bakışı ve duyuşu siner onun anlatılarına.
İşte Kuşlar Yasına Gider öylesi bir anlatı. Hayatın uğultusuyla birlikte insanın çaresizliğini, umar arayışını, kederle sırlanan duygularını, düşlerde kalanı/yaşananı, sığlananı anlatır bize Hasan Ali Toptaş.
Baba’nın (Aziz) trafik kazasında kesilen bacağının yerini alan protezin iğretiliği onu yaşamdan kopardığı gibi acılara da salmıştır. Babasının derdini dert edinen oğlun (anlatıcı) çaresizliğe çare arayışı onu her yolu denemeye iter.
Babasına, baba evine, yurduna doğru her yola çıkışta; onun dertlerini dert edinmekle birlikte kendine ve babasının yaşadıklarına doğru da yolculuklara uzanmaktadır.
Bir düş ve gerçek sarmalı içinde geçen günlerin sağanağında olup bitenler, görünüp edenler, yaşanıp hatırlananlar anlatıcının giderek bu öyküyü kurmasına neden olur.
Yaşanıp biten, hikâye edildiğinde, bunu yeniden kurmak isteyene bir “veri” olarak döner.
İşte anlatıcının asıl hüneri de burada ortaya çıkar.
Kuşlar Yasına Gider bir baba/oğul öyküsü kadar, çaresizlik/çare arayışı, yaşlılık/ölüm ve keder öyküsü olarak da okunabilir. Ama anlatıcı bilir ki; her kurmaca anlatı bir yolculuktur, ayna tutmaktır içe ve dışa.
Adım adım giden sözünü nakış işler gibi işleme bakışı/bilinci de bunu her daim gösteren ve hatırlatandır.
Kuşlar Yasına Gider’de karşımıza çıkan çok şey vardır. Hikâyenin kurulması, kurgu sanatı kadar yerli olan “konu”/”düşünce”, bir yerin gerçekliği, oranın suyu/havası/dağı taşı, börtü böceği, söylencesi, mitik gerçeği, insanlık halleri…
Anlatıcı yer yer babaya, oğula, anneye, akrabalara; geçmişe, çocukluğa gider; yer yer de düşlere sığınarak; bir de kedere ve adım adım gelen ölüme yüzünü dönerek anlatır tüm bunları.
Ölümün hazırlayıcı/kurucu figürü yaşlılık/düşkünlük romanın ana dokusunu oluşturur böylece. İşte bunun nerede/nasıl biçimlendiği, hangi öykülerle akarak hayatta biçim aldığı, ne tür kederler yaşattığı ise romanı okutan/taşıyan ana duygu, düşüncedir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Ekim 2016)