Kendimizden çıkıp başka bir ruha/ mekâna/ dünyaya varmak için okuruz en çok da. Kitaplar, insanın içinde bir yol açmaya görsün… Yapılan o yolculuk, bizi zihinsel/ ruhsal/ düşünsel olarak mutlaka bir yerlere götürür. Ama yakın ama uzak. Yeter ki bu bilgiyle bakalım kitaplara, yeter ki bu sevgiyle alalım elimize kitapları. “Kütüphanem benim için hem dört bir yandan varlığımı kuşatıp içine hapseden hem de bana ayna tutan son derece mahrem bir alandı.” diyen bir yazarın kitabı var elimde şimdi.
Alberto Manguel, Fransa taşrasında kurduğu kendi ‘cennet’inden ayrılma hikâyesini anlatıyor son eserinde. Çevirisini Yeşim Seber’in yaptığı kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. “Kütüphanemi Toplarken okuru kütüphanelerin tarihi, sözlükler, sözlük yazarları, rüyalar ve anılar hakkında hoş anekdotlar, sıra dışı düşünceler ve çağrışımlar arasında renkli bir yolculuğa çıkarıyor.” denmiş arka kapakta. Haksız değil…
Kütüphanemi Toplarken, “Bir Ağıt ve On Arasöz” kısımlarından oluşuyor. Girişi, bir romanın merak uyandıran girizgâhına benziyor: “En son kütüphanem Fransa’da, Loire Vadisi’nin güneyinde yer alan ve on haneden daha azını barındıran sessiz sakin bir köydeki eski, taştan yapılmış bir papaz evindeydi. Hayat arkadaşımın ve benim o mekânı seçme sebebimiz evin kendisinin yanında yüzyıllar öncesinde kısman yıkılmış olan ve o sırada otuz beş bin kitaptan oluşan kütüphaneme ev sahipliği yapacak genişlikte bir ahır binasının bulunmasıydı. Kitaplar yerlerini bulur bulmaz ben de kendi yerimi bulurum diye düşünmüştüm. Yanıldığım zamanla ortaya çıkacaktı.”
Hikâyesi ne kadar da “tanıdık”: Fransa’yı -detaylarına girmek istemediği- bürokratik bazı nedenlerle terk eden Manguel, otuz beş bin kitabın bulunduğu kütüphanesini topluyor ve toplarken de okumaya, yazmaya, kelimelere dair düşüncelerini bizimle paylaşıyor. Tıpkı Okumalar Okuması, Geceleyin Kütüphane, Kelimeler Şehri ve diğer eserlerinde olduğu gibi… “Çoğu zaman kütüphanemin kim olduğuma açıklık getirdiği, bana yıllar içerisinde kendimi daimi olarak dönüştüren değişken bir benlik verdiği duygusu yaşamışımdır.” düşüncesinde.
Borges’e kitap okuyan genç
Manguel, “Kütüphanelerimin her biri bir nevi çokkatmanlı otobiyografidir; her kitap onu ilk kez okumuş olduğum ânı içerisinde muhafaza eder.” diyen bir yazar. Kendisi, 1964’te yani 16 yaşındayken Buones Aires’te bir kitapçıda çalışıyordu. Ünlü yazar Borges de o kitapçının müşterilerindendi. 1964-1968 yılları arasında Borges’e kitap okuyanlardan biri de Manguel oldu.
Borges’e dair anılara da denk geliyoruz kitapta: “Öyle okurlar vardır ki, onların hayatlarında kitaplar okunma anlarında varolur, sonrasında da okunmuş sayfaların hatıraları şeklinde… fakat kitapların somut fiziksel varlıkları onlar için vazgeçilebilirdir. Mesela Borges bunlardan biriydi. Borges’in mütevazı dairesini hiç ziyaret etmemiş olanlar onun kütüphanesinin Babil kadar uçsuz bucaksız bir şey olarak hayal etmişlerdir. İşin aslı, Borges sadece birkaç yüz kitabı elinde bulundurur, bunları dahi ziyaretçilerine armağan olarak dağıtma alışkanlığındaydı.” Manguel için ise durum biraz daha farklıdır; “Mademki her kütüphane otobiyografiktir, o hâlde kütüphanenin toplanması da içinde kişinin kendi ölüm ilanını kaleme almasını andıran bir şeyi barındırmaktadır.”
Kitabın “Lizbon’da Diriliş” kısmında “Umut edebileceğimin en fazlası bir nevi ruh göçü, yani eski kütüphanemdeki ruhların –tıpkı Gazneliler tarafından kurulan Türk devletinin kayıtlara geçmiş en eski kütüphanesi olan ve esas itibariyle Sultan’a takdim edilen ya da atfedilen kitaplardan oluşan Sultan Mahmut’un muhteşem kütüphanesinin eksiksiz şekilde Özbekistan’ın Buhara şehrine nakledildiği zamandaki gibi- yeniden vücut bulmuş bir kütüphaneye göç etmesi olabilirdi. Umudum kütüphanemin dirilmek için o kadar uzağa gitmek mecburiyetinde kalmamasıydı.” dense de Manguel’in kütüphanesi biraz uzağa taşınmak mecburiyetinde kalır. Lizbon Belediyesi bu hacimli kütüphaneye sahip çıkar ve ona bir yer tahsis eder. Kendisi de Okuma Tarihi Araştırmaları Merkezinin başına getirilir.
Kayıp yarımızı aramak…
Kitaplarla hemhal olanlar için, geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki bir sarkaca benziyor kelimeler. Onların anlamlarını öğrenmek yetmiyor, o anlamları duyumsamaya da çalışıyorsunuz. Kütüphanemi Toplarken’i okurken bu konuda “yalnız” olmadığınızı hissediyorsunuz. Manguel, huzur ve teselli sunan, okunmaktan sayfa uçları kıvrılmış kitapları anarken şu dördünün adını veriyor: L. Carroll’dan Alice Harikalar Diyarında, A. Gramsci’den Hapishane Defterleri, Nazım Hikmet’in şiirleri ve Platon’un Devlet’i…
Ne yazıyordu “Birinci Arasöz”de; “Platon felsefesine ait olan ve ilk insanların sonradan tanrılar tarafından ikiye bölünmüş çifte yaradılışa sahip olduğu miti bir noktaya kadar arayışımıza açıklık getirir: Hasretle kayıp yarımızı aramaktayızdır.” O kayıp yarımızı nasıl arayacağımıza dair insan sayısınca yol vardır -ki okumak o yollardan biridir-. Okurken, bir yandan geçmiş’e diğer yandan an’a odaklanıyoruz. Hayatın içinden cümlelerle de karşılaşıyoruz: “Artık sadece Facebook’ta bir anda karşımıza çıkıveren eski tanıdıklar sayesinde geçmişte kalmış şeylerin hatırasını belleğimize geri çağırabilmekteyiz.”
Bir Galler şiiri kitabın içinden çıkıp geliyor. Okuma hikâyemin sonunda “Tutarlı bir şekil almadan önce/ Çeşit çeşit biçimler olmuştur./ Bir kılıç olmuştum; dardım, alacalıydım,/ Bu açıkça ortaya çıktığında inanacağım,/ Havadaki bir gözyaşı damlası olmuştum,/ Yıldızların en az ışık vereni olmuştum,/ Mektupların arasında bir sözcük olmuştum,/ Bir kitap olmuştum.” diyor, başka bir kitaba yol açıyor. Siz okurken, ben yazarken; hep, birlikte, okuyup yazarken; aynı şevkle, heyecanla… Yol’a kaldığımız yerden devam ediyoruz!
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (10 Kasım 2020)