Söyleşi: Feridun Andaç
Haziran 2002’de, Latif Demirci’ye, “Kimlik Yansımaları” adıyla hazırlayacağım kitaptan söz etmiş, kendisine de orada yer vermek istediğimi söylemiştim. Farklı disiplinlerde uğraş veren sanatçılar/bilim insanları ile yaptığım söyleşilerden oluşacaktı kitap. O günden bugüne yaklaşık 50 kişiyle yaptığım söyleşiler kitap oylumuna ulaştı. Yayım için sırada bekleyen kitaplarımdan biri.
Latif Demirci sorularımı yanıtladı. Onun kaybının bana derin keder verdiğini söylemeliyim. Bana yazdıklarına, verdiği yanıtlara döndüm. Onun birikimini bize taşıyan bu sözlerini de sizinle paylaşmak istedim.
Sizinle çizginin hayatınızı değiştiren yönünü, çizerek ulaştığınız yerin dönemeçlerini, çizgiyle hayatı yorumlamanın/anlamanın neleri içerdiğini konuşacağız. 11. karikatür albümünüz Bugün, Devlet İçin Ne Yaptın? Sizin ‘çizgi’nizin değişmeyen boyutunu getirmekle birlikte, bir karikatüristin çize çize nereye ulaşabileceğinin de bir göstergesidir. Güne bakmak, hayatın içine buradan yürümek, toplumun/insanın gerçekliğini buradan bakarak kavramak. Galiba, söze buradan, ‘güncel’ olandan başlayacağız. 1970’li yıllarda gündemde olan bir derginin, “Gırgır”ın açtığı kapıdan bu dünyaya adım attınız. Her genç okur/izler gibi sizi çeken neydi, oraya nasıl ulaştınız?
Gerçi benim karikatürle ilişkim henüz Gırgır’ın okuru olmadan başladı ama Gırgır okurunun bir süre sonra yazarı-çizeri çalışanı olması doğrudur… Oğuz Aral’ın “çiçeği burnunda”lar köşesine çizgilerinizi göndermek veya İstanbul’daysanız götürmekle başlayan bu süreç, eğer işi hakikaten ciddiye alırsanız Gırgır’ın arka sayfasına yani kalfalık dönemine taşınır. Sonra da Gırgır’ın iç sayfaları, ama henüz ustalık değil… Gırgır’ın ya da karikatürün, mizahın diyelim, beni çeken yanı çok küçük yaşta kendimi doğru ifade edebilmemi, yani insanlara, ayrıntılara, kişiliklere farklı bir yerden bakabildildiğimi farketmemdir herhalde… Bunu 13-15 yaşlarında yakalamanın mutlaka hayat boyu bir avantajı var ama, tuhaf bir içe kapanıklık, yalnızlık getiriyor insana. Arkadaşlarınla mahallenin arasında top oynarken, futboldan çok topun sahibinin nasıl istediği gibi takım kurup kaleye geçmediğini, kendisine gol pası verilmezse topunu alıp oyunu bozabileceğini düşünmek o yaşlar için fazladan bir yük ama mizahta buralardan çıkıyor…
Peki, çizgiyle, resimle, karikatürle alışverişiniz nasıl başladı?
Ben, her çocuğun belli bir dönemde takıldığı gibi işe resimle değil doğrudan karikatürle başladım. 7-8 yaşlarımda gazetelerdeki yazısız bant karikatürleri kesip, yazı balonları ekleyerek başka espriler üretmeye çalışırdım. Demek ki “yazılı” karikatüre yöneleceğim o zamanlar da belliymiş!.. 12-13 yaşlarımda artık kendi esprilerimi bulup çizmeye başlamıştım hatta ayıptır söylemesi 1972’de (11 yaşında) İstanbul Belediyesi’nde sanırım Ahmet İsuan dönemi bir de sergi açmıştım, konusu “çevremizi temiz tutalım” gibi bir şeydi… Neye o yıllarda eve Milliyet gazetesi alınırdı ve ben de karikatürcü olarak orada çizen rahmetli Altan Erbulak’ın çizgisini kendime yakın bulurdum. Oturduğumuz semte yakın bir yerde Altan abilerin Çevre tiyatrosu vardı, bir gün ben çizdiklerimi bir dosyaya koyup çat kapı tiyatroya gittim ve Altan abiyi buldum. Fuayede bir köşede, onun karikatürlerini çizdiği çalışma masası vardı ve ben orada oturur oyun öncesi veya aralarında karikatürlerime bakıp eleştirmesini beklerdim. Karikatür, öyle zırt diye çizilecek komik bir surat, koca burun, abartık bir vücut değilmiş… Perspektifi, detayı, siyahı, taraması, çini mürekkebi, anatomisi falan derken, iş ciddiye bindi yani… Bu Altan abiye gidip gelmeler, çalışmalar, düzeltmeler aşağı yukarı 1,5 yıl falan sürdü. Bir gün bana “Latif, artık yapacağımız bir şey kalmadı, bak Cağaloğlu’nda Günaydın gazetesi binasında Gırgır diye bir dergi var, çizdiklerini oraya götürme zamanıdır” dedi.. Ben de toparlanıp Gırgır’ın yolunu tuttum bir pazartesi günü.. Bu arada, 4-5 yıl sonra Altan abiyle Gırgır ve Fırt’ta çalışmamız ayrı bir keyifti, benim için.
“Gırgır Okulu”nun önünüzde açtığı yol nasıl oldu, bu buluşma, ilk adım ve yaptıklarınızdan söz eder misiniz?
Eveeet, 1975 yılı Gırgır ve Oğuz Aral dönemi… Basılmıs ilk karikatürümü, imzamı gördüm ve üstelik bir de para verdiler… Gırgır binasını bulup gittiğimde, Oğuz Aral’ın odasının önünde benim gibi elinde dosyası bir sürü genç insanı kuyrukta gördüm… O yıllarda Sana yağ, sigara, tüpgaz kuyrukları falan vardı ya, demek karikatürün de kuyruğu olurmuş… Neyse ben kuyrukta odaya girme sıramı bekliyorum, tabii kendimi karikatürcü sayarak… Hani Altan abiyle 1,5 yıl falan çalıştım ya, Oğuz Aral çizdiklerimi görünce “Vaay” diyecek… Oğuz Abi çizgilerimin Altan Erbulak’a benzediğini söyleyip bir dolu eleştiri yaptı, nasıl çizmem gerektiğini eskizleyip haftaya beklediğini söyledi, ha bu arada bir karikatürümü de basılmak üzere alıp 75 lira da para yazdı. Bu buluşma ve ilk karikatürümü basılmış görmek beni 14 yaşında “büyüyünce ne olacan bakalım?..” sorusuna “kem, küm” etmekten kurtardı… Karikatürle yatıp kalkmalar, haftalık Oğuz Aral ziyaretleri sonunda Gırgır’ın arka sayfasına transfer oldum. Bir süre sonra Oğuz abi “Cumartesileri okulun yok, gel biraz yukarıya takıl bakalım” dedi, yukarısı yani Gırgır’ın mutfağı… Çalışanları çizerken, düşünürken, sohbet ederken görmek, o havayı koklamak… Evet, artık cumartesilerim derken hafta içi günler filan da Gırgır’da geçmeye başladı… O sıralar liseye de başladım ama, kim takar fizik, kimya, coğrafyayı… Deli gibi çizmenin, espri düşünmenin yanısıra çay ve sigara tiryakiliğine de başlayınca artık kendimi meslekten sayıyordum. Hasan Kaçan’la ortak bir paket Samsun alıp fifti fifti bölüşürdük…
Yarattığınız tipler ve çizgilerinizle kısa sürede dikkati çeken bir karikatürist oldunuz. Dilerseniz, önce bu çizgi stilinize değinelim. Bize humouru ve acıyı, kederi ve gülümsemeyi getiren, yer yer de kahkaha tufanına boğan bu çizgilerin biçimlenme sürecini konuşalım istiyorum.
Yarattığım veya çizdiğim tiplerin dikkat çekmesi çok da kısa bir süre de olmadı, ya da bana öyle geliyor… Gırgır’daki ilk 4-5 yılımda her türlü çizgiyi, taramayı çinilemeyi deniyordum sadece denemek de değil sonuna kadar öğreniyordum… Altan abinin, Tekin abinin karikatürlerini, Oğuz abinin “Avni”, “Utanmaz Adam”ını çiniledim uzun yıllar. Herkesin çizgisini kendisinin bile zor anlayacağı biçimde çizebiliyordum… Bunlar bana kendi çizgimi bulmamda çok yardımcı oldu doğrusu… Benim mizahımı, kafamdaki espriyi nasıl bir çizgi en doğru anlatırdı?… Bir espriyi, farklı çizen beş ayrı karikatürcüye verip çizmesini isteyin, aynı espri hepsinde farklı bir yorum kazanacaktır, ama bir tanesi haliyle espiriyi en doğru yorumlayan olacaktır… Yani çizgi, espiriyi rezil de eder, vezir de, diyorum. Dediğim gibi, aradığım kendi çizgimle tanışmam, bir gün Oğuz abinin eskizimi doğrudan dergiye basmasıyla başladı galiba.. Eskizde çizdiğim karikatürü orjinal hale yani basılacak hale getirdiğimde aynı heyecan karikatüre geçmiyordu, daha katı, durgun oluyordu. Oğuz abinin farkettiği şey buydu ve giderek bu eskizdeki canlılığı orjinal çizimlerde de yakaladım… Arkasından da bu çizginin tipleri (Muhlis, Arap Kadri gibi) ortaya çıkmaya başladı.
Hayata sıkı sıkıya bağlı, gören/işiten/duyan/hisseden/umursayan birinin zamanla tüm bunları nasıl ‘ti’ye alabileceği’ni de gösteren tipler yarattınız. Latif Demirci’nin arka plandaki yerini konuşalım biraz. Mahallesini, sokağını, çocukluğunun ilgi/bilgi alanlarını..
Valla ben, gündelik hayatı içerden yaşamanın, minik ayrıntılara takılıp kafa yormanın insandaki mizah duygusunu daha yukarı çektiğini, kabalaştırmadığını aksine incelttiğini düşünüyorum… Hayatın içinde yer almayı öyle sosyal bir hiperaktiflik anlamında söylemiyorum, çocukluktan alınan bir bilgiyle hissetmek yeter. Bir de galiba, içerden biri olduğumu unutmamak, çizdiğin karikatürde gözükmek… Çocukluğumun mahallesi, insanları, esnafı sanıyorum bunları bana bir şekilde öğretti… Hayatın çok dışında değil ama biraz kendi içinde, kapalı bir semtte büyüdüm, Aksaray, Çapa, Fındıkzade’yi içine alan. Komşuluğun, kuşculuğun, kabadayılığın, semt futbol takımlarının olduğu, sokak şarkıcılarının dolaştığı, çitlenbik savaşlarının yapıldığı televizyonsuz bir dönem… Aşırı kökten karikatürcü bir çocuk olarak o dönem, karikatürlerimde yarattığım tipler de bir şekilde yer aldı. Tabii ki, hayatı o yıllarda durdurup cepten yemiyorum, ama fonda böyle bir yerin olması, çizdiğim karikatürlere merhamet duygusu getiriyor galiba… Her ne kadar hayatla dalga geçiyorsam da kimseyi bıçaklamıyorum, topluiğne batırıyorum usulca. Bir de çocuklukla ilgili, gizlice dinleme huyum vardı; hala bir yere gittiğimde yan masayı, arka koltuğu dinlemeye çalışırım… O yıllarda da evde saatlerce gizlenip giden gelen misafirlerin, güne gelen kadınların, yani çocukların yanında yapılmayan konuşmaların gizli dinleyicisiydim… Konuşma, mevzu ne olursa olsun gizli dinlemenin, bunu bir karikatürde kullanmanın dayanılmaz çekiciliği!…
Demin sözünü ettiğim humour ve acının sizdeki biçimlenmesinin kaynağına inince; toplumun topografyasını çıkaran bir anlatıcı olduğunuzu gözlüyoruz. ‘Hikâye eden/hikâye kuran, anlatan’ birisiniz. Çizginin ve sözün buluşup ayrıştığı yerde, her ikisiyle de, bize, yeni okuma/anlama biçimleri sunuyorsunuz. Çizerek yazdıklarınızın sizdeki anlamı, eleştirel bakışınızın debisini konuşalım istiyorum.
Ben öncelikle insanların humour’la ya da mizahla diyelim, yaşadıkları acının üstüne çıktıklarını düşünüyorum, hafifletmek değil gerçekten önüne geçmek… İnsanın kendisiyle dalga geçebilmesi yoksulluktan kurtarmasa da durumu vahimleştirmiyor, yani hayatta bir tek kendinin başına gelmiş bir şey olarak görmüyor ve mizahla örgütleniyor. Keskin bir acıya gülmek normal bir acıdan daha kolaydır, bizi güldüren şeyler insanların acılarıdır aslında. Çizdiğim karikatürlerde humour’ın çizgiyle, acının ise sözle biçimlendiğini düşünüyorum.
Çizgi ve söz birbirini tamamlayan sırsız aynalar… Eleştirel olmaya gelince, sanıyorum bunu profesyonelce yapmıyorum, yani şunu eleştirmek gerekir, bu iş böyle olmalı gibi kriterlerim yok… Bildik siyasi bir isimle, herhangi bir banka koruma görevlisinin karikatürlerimde farkı yok, her ikisinin de gömlek yakası kirlenebilir, dişi çürüyebilir ne biliim, güncel bir şarkıyı mırıldanabilirler, böyle baktığım zaman toplumsal, siyasi, ekonomik, cinsel bir karikatür çizsem bakış açım, kameramı koyduğum yer değişmiyor. Demin profesyonelce eleştiri demiştim onu açarsak şablon espriler demek istiyorum; yaşamayan, hayatta karşılığı olmayan biçimsel, kurgu eleştiriden söz ediyorum.
Günübirlik, ucuz/sudan esprilere pirim vermediğinizi düşünüyorum. Günü, yaşanılan olaylara, bunların kişilerine bakarken de gösterdikleriniz, düşündürttükleriniz, hatta hissettirdikleriniz önem kazanıyor. Bu bağlamda şunu sormak isterim; karikatür sanatı, sizce, nedir, neyin ifadesi/anlamıdır, sizce bir tanım getirilip çerçeve çizilebilir mi?
Karikatüre bir çerçeve çizmeyelim isterseniz, bu onu köşelendirir, sınırlar, çerçevelemeden özgür bırakalım. Şaka bir yana, karikatürün “Çizgiyle mizah”, “Güldürürken düşündürür” gibi klasik söylemlerine girmeyeyim. Açıkçası söylemek gerekirse karikatürün hayatta neyi ifade ettiği beni çok da ilgilendirmiyor… Benim hala heyecan duyarak çizdiğim bir şeyler var, bu beni zaten hayatla barışık tutuyor, bunlar basılıyor yayınlanıyor; insanlar görüyor, seviyor, kızıyor filan her neyse işte benim için karikatür bu.
Gene çizgilerinize dönmek istiyorum. 9 Haziran 2002, Pazar günkü “Press Bey” köşenizde çizip/anlattığınızdan yola çıkalım önce: beş ayrı öykü bize farklı dünyaların gerçekliğini getiriyor. Günün içinden bakarak yansıtılanlarda yaşama kültürünün, hayata bakışın, olay ve olguları değerlendirme biçiminin izlerini görürüz. Bir tür ayna tutuyorsunuz: insana, hayata, olup bitenlere.. Yarattığınız tiplerde simgelenen gerçekliklerin dönemsel bir boyutu var. Bir anlamda 1970’lerden 2000’lere ulaşan Türkiye’nin bir panoraması. Bu süreçleri ve ortaya çıkan/çıkardığınız tipleri konuşalım istiyorum.
90’ların sonu 2000’li yıllarda çizmeye başladığım bir tip Press bey… Daha önce Gırgır-Hıbır dönemlerinde sırasıyla Muhlis Bey, Arap Kadri, Mithat-Mirsat vardı, onlar dönemlerini kapattılar ya da değişen hayata ayak uyduramadılar, tutunamadılar sonunda Press bey çıktı işte, 3-4 yıldır hayatın keyfini çıkarıp trendini yiyiyor. Evet, bir tipi veya tipleri nasıl bir süreçte ortaya çıkardığıma gelince, iki nokta üstüste…
En başta, tipi tek başına düşünmediğimi söylemekle başlayayım, mutlaka iki, üç veya dört kişi diyelim… Tabii bunlardan biri (mesela diziye ismini veren tip) daha ağırlıklı, espriler onun etrafında dönüyor, diğer yan tipler ise, o esprilerin, dünyanın kişilik, hayat kazanmasında ciddi katkıda bulunuyorlar.. Zaman zaman yan tiplerinde esas oğlandan rol çaldığı oluyor tabii ki… Tiplerin hayatta birebir olmasa da, çok yakın karşılıklarının olması önemli benim için… Hatta hiç kullanmayacak da olsam, hepsinin yaşını, başını, nerede doğduğu, hangi yemeği sevdiğini, nasıl bir çocukluk geçirdiğini, ne tür bir kaderin onları biraraya getirdiğini filan düşünürken çok yakaladım kendimi… Bunları düşünmenin karşılığını, espri bulurken de fazlasıyla alıyorum. Yaşı, başı, kişiliği, sınıfı filan derken tabii bir de asıl önemlisi bunların çizgiye dönüşmesi, yani benim için kanlanıp, canlanıp hayata dahil olmaları… Tipler detaylı bir düşünme süzgecinden geçince, çizgi olarak zaten kafamda netleşiyor ve bunu kağıda geçirmek de zor olmuyor… Bu “zor olmuyor” lafını da arkama bir yirmi yıl alarak söylüyorum bu arada…
Neyse düşündük, taşındık, tiplerin çizgisini de hallettik, işte bu kadaar… Değil tabii ki, asıl iş şimdi başlıyor, daha doğrusu, yayınlanmaya başladıktan sonra… Benim haftalarca, kafamda dolaşan, konuşan, uçuşan bu tipler bakalım okuyucunun önünde sahne alınca ne yapacaklar?… Gerçi ilk zamanlarda, okurun tepkisini (olumlu ya da olumsuz) çok ciddiye almıyorum, hatta kulaklarımı kapatıyorum desem yalan olmaz… Kafamdakini anlatabilmenin, tipleri tanıtabilmenin en az birkaç ay alacağını biliyorum… Bundan sonra alacağım eleştiriler hem benim için, hem de tipler için yapıcıdır… (Artık tiplerle yatıp kalkmaya başladık bu arada) Tabii tiplerin arasında olumlu, olumsuz olanlar var, okurun hangisinin üstünde yoğunlaşacağını tahmin etmek de zor olmuyor… Tipler için olumlu, olumsuz lafını kullandım, burada anlatmak istediğim, aslında geleneksel bir tipleme biçimi… Şişman-zayıf, uzun-kısa, sinirli-naif, lümpen-entellektüel gibi… Bu tür zıt tipleme yapılırken hangisinin okuru ya da seyirciyi temsil edeceği bilinir… Okuru ya da halkı temsil eden tipin karşısındaki ona pas veren tip olumsuz sudur?… Hayır, ben öyle düşünmüyorum, o da, diğerinin karşısında azınlığı temsil eden bir tiptir diyelim, her ikisinde insani olan yanı, yani zaafları, kurmazlıkları ve naiflikleri söz konusudur… Zaten çizerin gerçekten sevmeden çizdiği bir tip yaşamıyor ve okurda da karşılığını bulmuyor.
Bir zaman sonra, giderek insan bu tiplerle yaşamaya ve onların gözüyle, kimliğiyle hayata bakmaya başlıyor sanki… Ve hakikaten bu insanların benim bildiğim, arada bir misafir olduğum bir yerde yaşadığını düşünmek hiç de tuhaf gelmiyor insana… Yani giderek, hayata onların gözüyle mi bakıyorsun, yoksa kendin mi tip oluyorsun gibi bir ikilem?…
Çizgi gezegeninde yaratılan tipler genellikle ve nedense hep tek tip giyinirler, diyelim yaz-kış kareli ceket, siyah pantolon, puanlı papyon… Ben, gündelik hayatın zaman içindeki değişimlerini, kılık-kıyafet, saç-baş olarak yarattığım tiplere de yansıtmaya çalışıyorum. Günün modasına göre, apartman topuk ayakkabı da giyebilir veya saçını uzatıp at kuyruğu yapabilir, ne bilim top sakal da bırakabilir. Bununla gerçek hayat ve okurla daha samimi daha içerden bir ilişki kurulabileceğini düşünüyorum… Zaten bu değişimlerde tipin kişiliğini bozan değil, tersine netleştiren şeyler benim için.
Çizdiğim tiplerin hayatta karşılığı olmalıdır demiştim, evet daha somuta çektiğimizde onlar, saçlarının dökülmesini, yan karın kaslarındaki fazla yağları, sigara jelatinini kıvırıp dişini karıştırmasını gizlemeden, ufak tefek kompleksleriyle ortada dolaşmalarının, hem beni ve dolayısıyla okuru çeken bir yanı var… Hayatı sadece bu tür detaylara indirgemesem de, bunların gerçekliğini yok sayamam… Yani beni, topluluk içinde ağzını kapatıp burnundan hapşuran tip yerine, evde tek başınayken daha abartılı ve uzun hapşuruk koyuveren tip ilgilendiriyor.
Yeri gelmişken, karikatür veya tiplerin arka planlarını, mekanlarını çizerken, en keyif aldığım yerin detaylar olduğunu itiraf edeyim… Dekor olarak yerleştirilmiş, hiç kullanılmamış ve kullanılmayacak eşyalar beni hep rahatsız etmiştir ya da işte gözüme batmıştır. En az espri kadar önem verdiğim detaylar tipin, yaşanmışlığı, kültürel kimliği, sosyal sınıfını anlayan önemli yan ögelerdir. Duvardaki tablo, takvim veya duvar saati sehpadaki meyva tabağının yanındaki mandalina kabukları, lavabodaki diş macunu kalıntıları, uzaktan kumandanın naylon prezervatifi, saksı çiçeğinin sopasındaki yumurta, vitrindeki hiç kullanılmayan likör takımı falan… Haliyle hangi marka ve model cep telefonu çizdiğimin bile espri üstünde bir işlevi var diyorum…
Tabii ki bu söylediklerim espriyi boğan, geri plana iten bir karmaşa değil, espriyi canlandırıp, diriltecek yeterlilikte olmalı… Bu detayların çiziminde ise, hala on bininci kez çizdiğim bir nesne bile olsa, gerçeğine (veya fotoğrafına) bakmak isterim. Ve bundan da her seferinde farklı bir şey yakalarım. Aynı kitabı birkaç kez farklı dönemlerde veya ruh halinde okumak gibi…
Espri bulurken, tiplerin her ne kadar çizere karşı savunmasız olduğunu düşünüyorsam da, çizerin de içinde bir merhamet duygusu taşıdığını, acımasız davranmadığını biliyorum.. Bu söylediğim şey klasik “tipler, çizerin canıdır, çocuğudur şudur, budur” söyleminin dışında tabii ki.
Espri bulmanın, artık kişiliği, davranışı, hayatta durduğu ve baktığı yer net olan tipler açısından bir kolaylığı var elbette… Esprileri önce sadece konu olarak not ediyorum, yani o haftanın güncelliğini de göz önüne alarak… Bu notlar dediğimde “depremle yaşamak”, “otel havuzları”, “diyet-rejim” filan gibi görenin pek de bir anlam veremeyeceği şeyler oluyor. Belki de bu notların bende de henüz tam kestiremediğim bir karşılığı var. Neyse diyelim bu tür oniki notum var, bunları tekrar tekrar okuyup anlatılamayacak bir duyguyla (7.his) beşe falan indiriyorum. Artık, henüz espri yok ama çizeceğim veya üstünde düşüneceğim beş konum var. Evet, şimdi birbirinden bağımsız, farklı kişilikteki diyelim dört tipimden, hangi konuyu hangisiyle işlersem daha çarpıcı, anlatmak istediğimi daha dolaysız anlatabilirim?… Seçtiğim konu üzerine, hangi tip üzerinden espri düşünsem, kameramı farklı bir yere koyacağım, başka yerden bakacağım.
Başta hepsinin potansiyel olarak olaya nereden bakacağını, nasıl bir yorum getireceğini düşünüp, bana en çarpıcı, komik ve söyleyeceğimi en kestirmeden anlatabilecek tipi seçiyorum. Ve bu tip üzerinden, her türlü açıdan, bu olaya bakmaya başlıyorum, espri tırmanmaya başlıyor, absürde geçmeden bir yerde kendimi durduruyorum. Espri tamam ve bu beyin fırtınası sırasında da esprinin çizimi, ifadesi, mekanı ve hatta renkleri kafamda bitmiş oluyor.
Press bey köşe yazarı, ama benim için gazeteciliğinden çok hayatta durduğu yeri, temsil ettiği sınıf öneml. Eşi Medianım keza Press’in dişi versiyonu… Gündelikçileri Güllü hanım, koruma-şöför Sabit ve onu da tip olarak sayacağım köpekleri Dalmaçyalı Rambo. Bu karakterleri biraraya getirirken biraz da konumları sınıfları açısından toplumsal bir mozaik oluşturmaktı niyetim, kurgusal olmadan birarada olabilecek, yaşayan karakterler. Bunları biraraya getirmek çok da zor olmadı benim için, çünkü teker teker tanıdığım tiplerdi. Yani daha önce çizdiğim gündelik tek karikatürlerde rol almış karakterler, bu dizi için biraraya geldiler sadece. Tabii 80’li, 90’lı yıllardaki Muhlis Bey, Arap Kadri, Mithat-Mirsat gibi tiplerden 2000’lerde Press Bey’e geçiş kaçınılmazdı herhalde, dediğim gibi diğerleri yükselen değerlerde kendilerine yer bulamadılar. Dönemlerini yansıtan tipler, yeni bir döneme geçildiğinde ayak uyduramıyor, galiba ben de zorlamıyorum çünkü zorlamam o tipe haksızlık olacak, kendime de okura da. Press Bey bakalım ne kadar kalacak iktidarda?…
Peki, “Press Bey” burada nerde duruyor, neyi simgeliyor daha çok?
Üslubumdaki acı, humour ve eleştirinin buluşması üzerine daha önce azıcık laf etmiştik galiba, burayı atlayıp nasıl toparlayıp çizdiğime geçiyorum. Nasıl anlatılır bilmiyorum ama, ben de herkes gibi gündelik hayatın bir parçasıyım işte. Güne bakmak, yorumlamak için özel bir çaba göstermiyorum, tek farkım herkesin kümelenip mikrofonunu, kamerasını yerleştirdiği yerden değil, farklı bir açıdan olaya bakmam herhalde.. Bu da zaten karikatürcünün durması gereken yer. Çoğunluktan farklı görmek insanı biraz toplumdışı bıraksa da, sonuçta ortaya çıkan karikatürle hayata dönmek hoş doğrusu.. Çoğunlukla bulduğum bir espriyi, karikatür anlatır gibi değil de, o an çıkmış sözsel spontane bir espri gibi çevremdeki insanlara anlatırım, alacağım tepki, o karikatürü çizip çizmeme açısından kendimle bir oyundur… Bir de, galiba karikatürü öncelikle kendim için çizdiğimi itiraf etmeliyim yani çizerken keyif almıyorsam, gülmüyorsam bir şeyler yolunda değildir.. Hayatımda hiç vasat, ortalama karikatür çizmedim mi, çizdim?… Günübirlik, saate karşı iş yetiştirme durumlarında “bu günlük de böyle olsun” dediğim karikatürler var, ama devreye profesyonelliği sokunca pek de ortalamanın altına düşmediğimi düşünüyorum.
Gelelim yeni albümünüze. Bugün, Devlet İçin Ne Yaptın?, bilebildiğimce, Hürriyet’teki günübirlik karikatürlerinizden oluşuyor. Güne bakmak, günü yorumlamak.. Bir tesbit, bir tür tanıklık sizinki. Hiç yitirmediğiniz eleştirellikle humourun buluşması. Acı acı gülümsetmeler… Latif Demirci’nin üslubunu var eden de bu kanımca. Nasıl toparlar, ayıklar çizersiniz?
Şu anda, yani son 4-5 yıldır evde çalışıyorum. Daha önceleri Gırgır-Fırt, Hıbır dönemlerinde hem ev, hem dergi gibi sürüyordu. Genelde haftalık mizah dergilerinde, bir dolu karikatürcünün yanında çalışmak keyiflidir, tuhaf bir kolektiflik vardır. Ben hiç birbirinin işinden iş, fikir, öneri saklayan karikatürcü görmedim, ya da benim kuşağım öyleydi diyelim. 4-5 yıldır evde çalışıyorum dedim ya, bu gazeteye çizmeye başlamamla oldu.. Gazetede, söylediğim gibi dergilerdeki hava yok, çıtayı yükseltemiyorsunuz.. Önceleri denedim gazetede çalışmayı, ama ne yapayım 20m2lik bir odaya kapanıp çizmek hiç de çekici değil doğrusu. Evde 200 m2’lik bir odada çizmiyorum ama yine de farklı bir yanı var, en azından bir iş yerinde değilim, çizdiğim şeyler de sanki iş değil, kendi kendimi eğlendiriyorum işte…
Çalışma yönteminiz nasıldır, nerede/nasıl çizersiniz?
Yan çalışmalarımın başrolünde yine karikatür var. Yani işte, kitap kapakları, desenleri, afiş-poster, çizgi film gibi şeyler. Şu çizgiden bir kurtulsam ciddi ciddi marangozluk yapmayı isterim mesela. Bahsettiğim yancı işlerden çizgi film ilginçti, işte çizdiğiniz şeyleri hareketli, sesli görmek filan. Ama hakikaten zor bir iş klasik yöntemle çalışmak, bilgisayarda yapılan basit-hızlı animasyonlardan bahsetmiyorum. Ama ben öyle uzun süreli işlerden sıkılıyorum- bugün çizdiğimi yarın basılmış olarak görmek gibi bir alışkanlığım var. Çekmecemde yedek karikatür filan da tutamam. Çizildiyse, yayınlanmalıdır. Yoksa o karikatür benim için bayatlamıştır – baktığımda çizdiğim zamanki heyecanı yaşamam. Zaten, albüm yapmak, yani eski işlerimi karıştırmak bana çok keyif vermiyor, çizilmiş bitmiş şeyler.
Çok fazla kitap okurum, hani elime ne geçse derler ya, öyle. Özellikle roman severim, tabii anı, deneme, öykü de okurum, nedense şiir okumam hiç. Şair arkadaşlarım olmasına rağmen, şiirle tuhaf bir şekilde hiç aram olmadı. Şiir okurken biraz utanıyorum galiba, yani birisinin çok gizli şeylerini öğreniyorum, içine bakıyorum sanki. Mahrem gelmiyor ama ne biliim işte, hiç derdimiz yokmuş gibi bir sürü sırrı da yüklenmek istemiyorum herhalde. Neyse şiirle fazla uğraştık. İzlediklerim?… Evet, her Türk entelijansıyası gibi sinemayı severim, izlerim, tartışmam. Klip, stand-up, sitcom sevmem. Şu sıralar kısa Malboro bağımlısıyım…
Yan çalışmalarını nelerdir, sık sık, aralıklarla okuduklarınız, izledikleriniz, bağımlısı olduklarınız?
Valla millenium’dayız ama benim araç gereçlerim hala kurşun kalem, silgi, tarama ucu ve çini mürekkebi ha, bir de kağıt tabii. Düz, beyaz, çizgisiz. Şimdilerde bilgisayarda girdi bir ucundan, çizdiğim siyah-beyaz karikatürleri bilgisayara yükleyip orada renklendiriyorum ve e-mail aracılığıyla gazeteye geçiyorum. Karikatürlerimi her türlü ortamda çizebildiğimi test edip onayladım da, espri düşünmek daha farklı. Bir yanlızlık, sükunet gerektiriyor, farkında olmadan biriktirdiğiniz şehrin gürültüsünü süzmek için gündelik hayattan çekilip kaybolmak bir süre.. Herşeye rağmen, ben karikatürün 24 saat yaşayan gürütülü, kalabalık, kirli, sinirli metropollerde çizilebileceğini düşünüyorum, bunun potansiyel yaratıcı insanları beslediğinden şüphem yok. Ne biliim, güneyde bir kababada, mandalina ağaçları arasındaki müstakil evinden denizi ve dağları seyrederek karikatür çizilemeyeceğini biliyorum mesela.
Biraz da araç-gereçlerinizden söz eder misiniz; Latif Demirci en çok nasıl bir ortamda, nelerle çizer?
Çizgilerimde yap-boz-devret gibi bir şey var mı?.. Ekonomik krizin sonuçları, katlanacağız buna! Şu karikatürün beş temel öğesini ben bilmiyorum, çalışmadığım yerlerden sordunuz… Hakikaten ben iki tanesini biliyorum, çizgi ve espri… Bu ikisi olmazsa olmaz diyeceğim. Karikatürün değil de kendi adıma konuşursam, çok hoş bir espri, çok kötü bir çizgiyle anlatılmışsa ya da tam tersi, benim için bir şey ifade etmez yani olmazsa olmazsa bunlar.
Çizgilerinizdeki ‘yapıbozucu’ yan üzerinde duralım. Ama önce şunu sormak istiyorum: karikatürün beş temel öğesinden söz edersek, ‘olmazsa olmaz’ diyecekleriniz nelerdir?
Evet, bir zamanlar çok tartışılan, eleştirilen bir şeydi bu, karikatürün dili, daha doğrusu sokağın dili. Çizginin deformasyonu dile de , yansıyor mu? Evet, 70’lerin sonu, 80’li yıllarda Gırgır’la sokağın, hayatın esprisi karikatüre geçti, kaçınılmaz olarak da dili. Bu da karikatürü popülerleştirdi. Daha içeriden ve samimi yaptı bence. Hatta bu dil, Behiç’le benim yaptığım “Muhlis Bey”de, Hasan’ın “Cork”larında daha da bozularak yeni bir dil ortaya çıkarmıştı… Bu tartışılan dil, 90’lı , 2000’li yıllarda medyayı da sardı; sokağın, halkın dili manşetlere, köşe yazılarına, talk show’lara taşındı; bunların yanında karikatürün dili biraz cılız kaldı galiba.
Karikatürün dilinin bu ‘yapıbozucu’lukta yattığını söyleyebilir miyiz?
Birisine “Ya, dünkü karikatüründen bir şey anlamadım; neydi o?” lafını ettirmemek. Bu da bir kaygi işte!
Çizerken temel kaygınız nedir?
Bilmem ki, ben “sükunet” başlar diye bilirdim…
Sözün bittiği yerde çizgi başlar, diyebilir miyiz?
Yazısız hiç karikatür çizmedim değil; çizdim ama genelde karikatürlerim sözlü yani karikatür diliyle konuşma balonlu. Söz, karikatürü, belki yerelleştiriyor ama daha gündelik hayata dahil ettiğini düşünüyorum; tabii çizgiye çok fazla müdahale etmeyen, karikatürü yazıya boğmayan bir dengede… Hani “yazsaydın bari kardeşim, altına da iki çizgi koydun diye karikatür mü oldu?” dedirtmeyecek şekilde. Bir de özellikle tip çizdiğim zaman, bunun görüntüsü, karakteri, sınıfı gibi bir de dili konuşma biçimi olması gerekir herhalde… Pandomim yaptırarak bu tipi tam olarak yansıtmam zor değil mi?
Sizde sözle çizginin dengeli bir buluşması var. Ama söz asla vazgeçemediğiniz! Bunun bir nedeni/gerekçesi olmalı!?
Doğrudur, döneme tanıklık eden bir çizer, toplumun belleğini oluşturur. Hatta biraz ileri gidip, toplumun sivil temsilcisidir diyelim mi?… “Aydınlık için, bir kare karikatür”.
Demin tanıklıktan söz ettim.Ustanız Cemal Nadir’in çizdiklerini anımsıyorum. Karikatürün de bir tür toplumun belleğini oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu işlev konusuna hiç girmeyelim isterseniz, beni aşar – böyle iyiyim ben… Durduk yerde, karikatürle bir polemiğe girmek istemiyorum.
Karikatürün işlevinden söz edersek, neler söyleyebilirsiniz buna dair?
Hayır, karikatürcü, mizahçıyım diye herşeyle dalga geçebilirim gibi bir duygum yok, allahtan. Muhalif olmak, hakareti, küstahlaştırmayı gerektirmiyor. Karikatürün alayında da, otosansür değilse bile, artık çizerine göre diyeyim bir doz vardır. Bazen, hayatı, insanları röntgenleyip sonra da çizip ifşa etmenin bir yüz kızartıcılığını da yaşıyorum. Sadece bana söylenmiş bir sırrı, afişe etmek gibi…
Biraz da muhalif yanınızdan söz edelim. Her şey karikatüre konu olabilir mi?
Tabii ki beni besleyen, yolumu açan birçok yazar, çizer, yönetmen olmuştur ve bunların çizgime, esprime nasıl yansıdığını tam olarak ifade etmem zor galiba. Belki de hayatta durduğun, baktığın yeri netleştirmekte ciddi bir rolleri vardır. İki saat sıkılarak seyrettiğiniz bir filmin bile onbeş saniyelik bir sahnesi, insanda iz bırakabiliyor. Bu yüzden neyin, nasıl etkilediğini sıralamak, tariflemek kolay değil.
Burada Çehov’la buluşan yanlarınıza uzanalım biraz. Bu bağlamda sizi besleyen, yolunuzu/yönünüzü açan yazarlar oldu mu?
Doğrusu beni etkileyen, bir metni, bir öyküyü çizmeyi hiç düşünmedim, bunu öyküye bir müdahale diye aldım, hatta okura da… Yazılı bir metnin, romanın çizgiye veya sinemaya uyarlanmış hallerini bugüne kadar pek sevemedim doğrusu. Keza, müzik klipleri içinde söyleyebilirim aynı şeyi. O müziği dinlediğim zaman gözümün önüne klipten görüntüler gelmesi beni sınırlıyor; sıkıyor. Yani çok sevdiğim bir metni, çizmek istesem de elim gitmez herhalde.
Peki, bunlardan birinden bir metni/öyküyü çizmeyi düşündünüz mü hiç?
Çizerek varmak istediğim yer diye bir şey yok kafamda. Yani bu işin ucu, zirvesi, dibi neresidir ki?.. Bilmiyorum, çizgi beni nerelere götürecek, zaten bilseydim de işin keyfi kaçardı. İnsan kendini çizgiye kaptırınca, o dünyaya dalınca senelerdir su altında dolaşan bir balıkadam gibi hissediyor kendini, sessiz ve sonsuz , sınırsız… Karikatür sarhoşluğuyla, vurgun yemem inşallah!
Gülerek düşünmenin sırrını veriyorsunuz. Görmenin bakmak olmadığını imliyor, okumanın yeni bir biçimini de sunuyorsunuz çizdiklerinizle. Çizerek varmak istediğiniz yer neresi dersem?
Galiba ikisi de çok içiçe diyecem, hakikaten ayırmak zor bunları. Olmadık bir yerde, kendimi karikatüre çekilmiş bir halde yakaladığım çok oluyor… Bunların hepsi karikatürüme yansıyor değil ama işte hayatı karikatürcü olarak röntgenlemenin bir sonucu. Her türlü duruma, karikatürcü olarak katılmam, yorumlamam sözsel olunca, ciddiyetsizlikle suçlanıyorum “ya iki dakika espri yapmasan” diye… Halbuki aynı şeyi karikatürle yapınca çok seviyorlar, tuhaf bir durum yani. Ben sükunete çekiyorum. Konuşacağıma, çizerim diyorum!… Öyle de yapıyorum.
Günü çizerek mi yaşar, yoksa yaşayarak mı çizersiniz? Gündeminizde neler var, ne tür çalışmalarla doluyor gününüz geceniz?
Evet, belki sıkıcı bir şey ama şöyle bir düşününce, gündemimden karikatürün hiç düşmediğini görüyorum. Bunu böyle söyleyince hakikaten hani “önce işim”, “işimle evliyim” gibi klasik bir söylem çıkıyor ortaya ama iş karikatürcülük olunca keyifli bir yanı var, benim için. Çizmediğim zamanlarda da, hayata bir köşesinden dahil olup küçük detaylar avlıyorum, gece-gündüz ayırt etmeden…
edebiyathaber.net (7 Haziran 2022)