“Gerçek şu ki Devlet sadece sömürmek için değil, her şeyden önde yurttaşlarını yozlaştırmak üzere tasarlanmış bir komplodur… Bu nedenle hiçbir yerde hiçbir hükümete asla hizmet etmeyeceğim.”
On sekizinci yüzyılda bir yandan Napolyon ordularına direnip, öte yandan Osmanlılarla Kırım’da savaşırken, köylülerin ve serflerin ayaklanmalarına, amansız kış şartlarına, kıtlığa ve açlığa aldırmadan St. Petersburg’un, Moskova’nın görkemli malikânelerinde sefahate teslim olan bir Rusya. Romanov Hanedanı’nın Çarlık Rusya’sı…
Bu devasa ülke bir sonraki yüzyıla 1917 Bolşevik Devriminin tsunamisi ile girecektir. Kızıllar ile Çarlık Rusyası’nın bekası için direnen Beyaz Ordu arasında sürüp giden kanlı çatışmalar ülkedeki yaşamı tümüyle alt üst eder. Aileler parçalanır, evini barkını terk edenler ülkenin doğusuna kaçar, tüccarlar, toprak sahipleri kıyıma uğrar.
Bu kaosun rahminden dünya edebiyatının belki de en güçlü, sarsıcı ve kalıcı eserleri doğacaktır: Rus klasikleri.
Yevgeni Onegin, Yüzbaşının Kızı gibi eserleriyle tanınan büyük şair Aleksandr Puşkin (1799 – 1837) ve Bir Delinin Hatıra Defteri ile Taras Bulba’nın usta yazarı Nikolay Gogol ( 1809 – 1852) bu yeni dönemin ilk temsilcileri, işaret fişeğini ateşleyen öncüleridir. Onları, Balakirev, Rimski Korsakov, Mussorgsky, Borodin ve Çaykovski’yi dinleyerek eserlerini kaleme alan büyük ustalar, Dostoyevski, Turgenyev ve Tolstoy izler.
Yirminci yüzyılın ilk yarısına geldiğimizde, konser salonlarında Rahmaninov, Stravinski, Prokofiev, Şostakoviç’in besteleri çalınırken, edebiyat tutkunları artık Aleksandr Bok, Anton Çehov ve Maksim Gorki’nin zihninde yeşeren eserleri okumaktadır.
“Çok kereler ‘Acaba bir şeyleri fark edemedim mi, yoksa anlayamadığım bir şeyler mi var? Böylesine bir çaresizlik, umutsuzluk herkes için geçerli değil mi?’ diye sordum kendime. Ve insanoğlunun ulaştığı her bilgiye danıştım, bir cevap aradım soruma. Çok uzun süre özenle araştırdım; öylesine değil, bir merak saikiyle değil, inatla, bıkıp usanmadan, gündüz ve gece, selâmete kavuşmak için ölümü göze alan bir adam gibi. Hiçbir şey bulamadım!”
Dallardaki yaprakların sararmaya yüz tuttuğu, güneşin sıcağını topraktan esirgediği bir eylül sabahı, Moskova’nın yüz elli kilometre kadar güneyinde, Tula eyaletinin Yasnaya Polyana yerleşkesinde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Kont Nikolay Tolstoy ve Kontes Mariya Tolstaya çifti 1828 yılında doğan dördüncü evlatlarına Lev adını verirler. Ardından Mariya bir doğum daha yapacak, ancak erken yaşta ölen ebeveynlerin geride bıraktığı gençleri varlıklı ailenin akrabaları büyütecektir.
Lev henüz on yedi yaşındayken Kazan Üniversitesi’nde hukuk ve filoloji eğitimi almaya başlar. Ancak hocalarının, öğrenme yeteneği olmayan, ilgisiz bir öğrenci olarak gördüğü bu genç, okulunu terk edecek ve aradan uzun bir süre sonra da orduya yazılacaktır.
Arada geçen yılları İtiraflarım adlı eserinde şöyle anlatır: “Tiksinti, iğrenme, dehşet duygularıyla, yürek parçalayan bir sızıyla hatırlarım o günleri. Savaşta askerleri öldürdüm, sivil hayatta öldürmek kastıyla insanları düellolara davet ettim. İçtim, kumarda kaybettim, vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. Serflerime ihanet ettim, kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları kandırdım. Vahşet, öldürme, sahtekârlık, kitapta yazan tüm suçları işledim… İşte bir on yılı böyle geçirdim ben.”
Lev, doğduğu yer olan Yasnaya Polyana, St. Petersburg ve Moskova arasında genç bir aristokrat olarak boşa harcadığı onca zamandan utanır ve en nihayetinde en büyük ağabeyi Nikolay ile birlikte Kafkaslara gidip Kırım Savaşları’na katılır. Bu ani değişiklik Lev’in günlük tutmasına ve anılarını yazmaya başlamasına neden olur. İlk otobiyografik eserleri olan Çocukluk, İlk Gençlik ve Gençlik (1852 – 1856) Rus okurlarının ilgisini çeker.
Savaşın ardından önce Turgenyev ile Fransa’ya gidip Flaubert ile tanışacak, ardından 1860-61 yıllarını yine Paris’te geçirecek, Victor Hugo ile arkadaş olup onun Sefiller adlı eserini okuyacaktır. Bu süreçte Batı Dünyası ile Çarlık Rusyası arasındaki farklılıklara odaklanacak, kendi deyimiyle, aydınlanma sürecine girecektir. Evine döndüğünde ilk olarak serflerinin çocuklarına eğitim verecek okullar kuracak, hatta ders kitaplarını bizzat kendisi yazacaktır.
“Bütün büyük edebi eserler iki öyküden biridir; bir adam yola düzülür ya da bir yabancı kente gelir.“
Eve kesin dönüş yapan Tolstoy, öncelikle kendinden on sekiz yaş küçük Sonya ile evlenir (1862). Hayatı düzene girmiş, altın yıllar başlamıştır. Sonya bir yandan doğurduğu çocuklara analık ederken, bir yandan da Tolstoy’un notlarını organize eder, asistanlığını yapar, ailenin mali işleriyle ilgilenir ve kocasını kalemiyle baş başa bırakır. Anılarını sürekli olarak günlüklerine işleyen Tolstoy artık hazırdır. İlk kızlarının doğduğu yıl Kazaklar (1863) yayınlanır. Hugo’nun Sefiller adlı eserindeki gerçekçilikten, savaş sahnelerinin detaylı anlatımından esinlenen büyük usta; babası Kont Nikolay Tolstoy’un da Rus saflarında Napolyon’un ordularına karşı savaştığı yılları, Harp ve Sulh’ü yazmaya başlar. Bir yanda Fransa’yı, öte yanda I. Aleksandr yönetimindeki Rusya’yı, aristokrasiyi, askerleri, sivilleri, toplamda beş yüzden fazla karakteri içeren bu muhteşem eser dört yıl boyunca bölümler halinde yayınlanır.
“Çoğunluğun onayı bir yanlışı doğru yapmaz.”
Tolstoy artık dünyanın en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu teveccühe bir başka mucizeyle karşılık verecektir. “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” diye başlar yazmaya. Tolstoy’un ‘her şeyi yazdım Anna Karenina’da, geriye hiçbir şey kalmad’’ dediği bu tarihi eser 1877 yılında yayınlanır.
Dostoyevski’nin “bir sanat eseri olarak katıksız bir mükemmellik” olarak kutsadığı bu başyapıt için Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında şöyle yazar:
“Anna Karenina’nın dışarıda kar yağarken gece treninde kitap okumaya çalışmasını düşlerken, buna benzer duyumsal tecrübeler yaşadığımızı hatırlarız. Kendimiz de dışarıda kar yağarken yolculuk yapmışızdır belki, ya da kafamızda başka şeyler varken okumanın zorluğunu yaşamızdır… Bu günlük hayat ortaklığı, romanların evrensel gücünü ve sınırlarını belirler.”
Bir sonraki romanı İvan İlyiç’in Ölümü 1886’da yayınlanır. Sürekli olarak başka yazarları, düşünürleri, Plato’yu, Rousseau’yu, Dickens ve Eliot’u; Goethe’nin, Stendhal’in eserlerini okur Tolstoy. Gerçekte kendi doğrularını aramaktadır biteviye. Hegel’in düşüncelerine fazla prim vermese de Schopenhauer’den çok etkilenecektir. Artık hayata bakışını son kez ve kesin kes değiştirmiştir. Tolstoy dini, askeri, sivil her türlü otoriteye, savaşa ve hatta mülkiyete karşıdır.
Spiritüel değerlere önem verdiği bu son döneminde önce İtiraflarım (1884), ardından Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir. Mistik Bir Din Değil Yeni Bir Yaşam Anlayışı Olarak Hıristiyanlık (1894) yayınlanır. Aykırı fikirleri nedeniyle Ortodoks Kilisesi’nden ihraç edilir. Lenin ise ‘Kızıl Devrimin aynasıdır’ diyecektir Tolstoy için.
Bir aristokrat aileden gelen zengin bir yazar olarak mal varlığından rahatsız olan Tolstoy, kendisine on üç evlat doğuran, eserlerini yazmasına yardımcı olan eşi Sonya ile sıkıntılı günler yaşamaktadır. Rusya’da ve tüm dünyada tanınırlığı, saygınlığı arttıkça kendi evinde sorunlar büyür.
“En büyük iki savaşçı sabır ve zamandır.”
Bu karmaşaya eserlerinin büyük bölümünün telif haklarını eşine devrederek bir çözüm bulmaya çalışan ünlü yazar en sonunda mal varlığından tümüyle feragat etmiş, yalnız ve beş parasız yollara dökülür. Yaşı da ilerlemiştir. Pek de uzağa gidemez. Yakınlarda bir tren istasyonunda yere yığılır ve 1910 yılında hayata veda eder. Doğduğu ve öldüğü yerdeki, Yasnaya Polyana’daki evinin bahçesine defnedilir. Yaşadığı ev halen bir müze olarak korunmaktadır.
Gençlik yıllarında büyük ustayı evinde ziyaret eden Çehov, Tolstoy öldüğünde şöyle demiştir. “Edebiyat dünyasında bir Tolstoy varsa yazar olmak hiç de zor değil. Eğer başarılı olamadıysanız, hatta başarısızlığınız devam ediyorsa bile kendinizi o kadar kötü hissetmezsiniz, zira Tolstoy herkes için yeterince başarmıştır.”
Flaubert’in ‘müthiş bir sanatçı, bir psikolog’ olarak tanımladığı yazar için Joyce, ‘O hiçbir zaman sıkıcı, aptal, ukala, yorgun ya da teatral olmadı’ diye yazacaktır.
Vefatından bir asır sonra, Virginia Woolf’un ‘gelmiş geçmiş en büyük yazar’ payesini verdiği o büyük ustanın iki eseri, yani Savaş ve Barış ile Anna Karenina, Time dergisinin 2007 Ocak sayısında yayınlanan en büyük on edebi eser listesinde birinci ve üçüncü sırada yer alırlar.
Yazarlar fani, bazı eserler ölümsüzdür…
Hasan Saraç (edebiyathaber.net)