İçinde yaşadığımız yüzyıl yoksulluk hallerini dayanılmaz hale getirdi. Ağır yoksulluk, şiddeti de çeşitlendirdi. En çok kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, yani ekonomik kaynaklara ulaşmayan dezavantajlı gruplar daha fazla şiddetin mağduru oluyor. Kadın cinayetleri, aile içi şiddet, çocuk istismarı vaka-i adiyeden sayılıyor. Gazetelerin üçüncü sayfasına sıkışan bu türden haberler neredeyse toplum tarafından kanıksanmış durumda.
Tüm toplumun gözü önünde yaşanan, ancak çoğunluğun görmezden geldiği bu büyük yara kimi zaman dizilere ve sinema filmlerine konu olurken, özellikle televizyon dizilerinde toplumsal cinsiyet rollerini pekiştiren senaryolar kadın erkek eşitsizliğin normalleştirmesini sağlamaktadır. Halbuki sanatın, edebiyatın ve kültürün toplumda var olan sorunları doğrulukla konu etmesi ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine duyarlı, pozitif ayrımcılığı destekler nitelikte olması beklenmelidir.
Bu çerçevede baktığımızda pek çok yazarın özellikle de kadın yazarların bu konu üzerine çeşitli eserler verdiklerini biliyoruz. Geçen hafta bir imza etkinliğinde tanıştığım Leyla Serpil, yeni romanı “Şşşşt!”te, bu toplumsal yarayı, aile içi şiddeti ve tecavüzü yazmış. Yazar umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan kadınların şiddet, tecavüz, namus cinayetleri ve ensest sarmalı içinde geçen hayatlarına devasa bir projektör tutuyor. İsteyen o aydınlığın içinde zaten apaçık duran kadın sorunlarını yeniden hatırlayabilir. Ve belki de katkıda bulunmak için bir şeyler yapar.
Kitap Mayıs 2017 tarihinde Bilgi Yayınları’ndan çıkmış. Yazar kadın öyküleri üzerine kurguladığı romanında toplumun değişik kesiminden kadınların hikayelerini anlatıyor. Romanın ilk sayfası manifestosu niteliğinde bir haykırışla başlıyor: “Kızlarıma ve dünyanın bütün kızlarına! Özgürlüğünüzü bir kızıl gül gibi göğsünüze iliştirin ve korkusuzca hayata karışın!”
Leyla Serpil 1944 Ankara doğumlu. Evli ve iki kız çocuğunun annesi. İki de torunu var. Biyografisinden öğreniyoruz ki, 20 yıldır yazın hayatının içinde. Bu süre içinde pek çok ödül ile taçlandırılmış. 1987 Aile Sağlığı ve Nüfus Planlaması Vakfı Öykü Yarışması’nda ‘Karar’ adlı öyküsüyle Üçüncülük Ödülü alıyor. 1991 Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda ‘Bir An Önce’ adlı öyküsüyle Jüri Özel Ödülü; 1993 3. Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda ‘Naciye Hanım’ın Kocası’ adlı öyküsüyle Mansiyon; 1997 Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve Destekleme Derneği Öykü Yarışması’nda ‘Elveda Küçük Kadın’ adlı öyküsüyle Övgüye Değer Öykü Ödülü ve 2001 Cumhuriyet Kadınları Öykü Yarışması’nda ‘Töre’ adlı öyküsüyle Üçüncülük Ödülünü kazanıyor
Leyla Serpil öykülerinde kullandığı dilin samimiyeti, sadeliği ve biricikliğiyle övgüler almış, değer görmüş. Şimdiye kadar Bilgi Yayınevi tarafından üç kitabı yayınlamış. “Özgürlükle Ölümün Öpüştüğü An” adlı öykü kitabı (2006), “Savruluş” (2014) ve 2017’de çıkan “Şşşşt!” adlı romanı.
Yazar kitabın adı neden “Şşşşt!” sorusunu, gazeteduvar’da şöyle cevaplıyor: “Şiddeti bu denli hayatımızın içine sokan önemli faktörler; bastırılmışlık, kıstırılmışlık, susturulmuşluktur kanımca. Romanımın adı Şşşşt! tüm bunları kapsıyor: “Şşşşt sus!”, “Şşşşt sakın bağırma!”, “Şşşşt sesini çıkarırsan fena olur!”… Kadına kendini suçlu hissettirmek için her yöntem kullanılıyor. Tecavüze uğrasa da suçlu, ensest kurbanı olsa da suçlu, hele bunlara sesini çıkartırsa iyice suçlu.” [1]
Feminist bir duyarlılığın olduğunu düşündüğüm kitabın ilk kadın kahramanı Züleyha. Ama o bizim bildiğimiz kahramanlara benzemiyor. Çaresiz bir kadın, kendisine benzeyen milyonlar gibi. Sarhoş kocasının getirdiği üç beş kuruşu yine onun istekleri doğrultusunda harcamak zorunda. Her gün dayak yiyor, her gün işkenceye maruz kalıyor. Yerlerde sürükleniyor. Hakarete uğruyor. Ağzından burnundan akan kanları silerken benliği ondan ötelerde duruyor. Benliği onu korumak için ikiye yarılıyor ve ona kuvvet vermeye çalışıyor. Züleyha çektiği acılardan dolayı kişilik yarılması yaşıyor. Yazar bu durumu açıklarken; “İnsan yaşadığı kişilik bölünmesiyle ruhunu derin acılardan koruyabilir mi? Bu tek bir ben’in ikiye ayrılıp acıyı ve gücü bölüşmesi midir? Bu şekilde beyin üstün bir yetenekle, bir yarılma ile kendini dıştan gelen saldırılara karşı koruyabilir mi?” diye soruyor.
Züleyha kocası Hasip’in şiddetinden böyle koruyor kendini. Ona, o iblise zafer kazandığı hissini tattırmamak için, ben’in dışardan bakan ikinci yanı, ona kuvvet veriyor. On beş yaşında gelin olmuş bu küçük kadına, öteki ben’i güçlü ve cesur olması için talimatlar veriyor. Görünüşte tek kişi olan Züleyha, özel bir durum olan bu yarılma sonucunda hayatta kalmaya çalışıyor.
Bilindik hikâye böylece sürüp gidiyor. Annesinin evine kaç kez sığınmak isteyen Züleyha’yı üvey babası tersyüz ediyor. Son kavgada son çare kendisine benzeyen kadınların yanına, sığınma evine sığınmak oluyor. Baba evi dediği yer zaten ona ait değil. Yıllar önce daha çocukken abisi kim vurduya gitmiş, pis bir cinayetin kurbanı olmuş. Baba ayakta kalamamış ve kaybolup gitmiş. Anne başka bir adamla, imam nikahıyla evlenmiş. Züleyha daha çocuk yaşta kendisi için örülen kader ağlarına teslim olmuş çaresizce.
Hikayenin öteki baş kahramanı Gönül. Kırılıp dökülmüş kadınların yaralarına derman olmaya çalışan bir psikolog. Genç bir insan ve çok aşık olduğu sevgilisiyle aynı evde oturuyor. Kendi özel hayatını dürüstlük üzerine kuran bu kadın toplumun iki yüzlüğüne isyan ediyor. Sadece nikahı olmadığı için, birlikte yaşadığı adamla gönüllü bir beraberliği olduğu için iş arkadaşları da dahil toplumca ayıplanıp, kınanıyor gizliden gizliye. Hâlbuki aynı toplum küçük çocuklar tecavüze uğradığında, kadınlar öldürüldüğünde ses çıkarmıyor. Böylesi bir ikiyüzlülük içinde, cesur bir ses olarak çıkıyor Gönül’ün sesi. Ama onun da yorgunlukları çok fazla. Şiddetin her türüne yaşamış kadınları dinliyor günler boyunca. Usanıyor, sıkılıyor, içi kaldırmıyor artık bu barbarlığı. Sığındığı tek yer güvendiği insan, sevgilisi Ali oluyor.
Hikayenin içinde insanı sarsan geçmişiyle Menekşe de var. O da sığınma evinde karşımıza çıkıyor. Ensest kurbanı küçük bir kız. Romanın en acıklı hikayesi ona ait. Kimseyle konuşmuyor, yemiyor, uyumuyor. Öylesine sessiz ki “arkasında kocaman bir dağ var, yürüdükçe peşi sıra geliyor,” diyor yazar. Bütün öteki ablaları ona destek olmaya çalışıyor. Psikolog Gönül onun yaralarını tam olarak iyileştiremeyeceğini biliyor, ama yine de ona bir yol açmaya çalışıyor. Yazarın bilinç akımıyla ortaya döktüğü Menekşe’nin duygularından, düşüncelerinden öğreniyoruz ki, o en kötü, en korkunç şeyleri yaşamış kısacık ömründe.
İşte bütün bu kadınların Züleyha’nın, Menekşe’nin, sığınma evi müdürü Sevda’nın, psikolog Gönül’ün, hastabakıcı olarak bu evi terk eden Aliye’nin, dişiliğini sürekli vurgulayan Hatun’un, kocasını baltayla öldüren Binnur’un, az konuşan Sevinç’in, Sırma ve oğlu Murat’ın ve diğer kadınların yolları sığınma evinde kesişiyor. Roman sığınma evinde yaşayan bu kadınların hayatını ele alıyor.
Birileri gelirken birileri korku ve endişeyle hayata karışmaya çalışıyor sığınma evinde. Çoğu zaman yoğun emek gerektiren hizmet sektöründe çalışarak hayata tutunmaya çalışıyorlar. Ama sonrasını bilmiyoruz. Yazar sonrasını yazmamış. Bizim anlamamız, duyumsamamız ve görmemiz için sonu bize bırakmış.
Kitaptan sığınma evi gibi yerlerin aslında bir durak olmadığını öğreniyoruz. Evlerinden kopup gelen, erkek egemen baskısından kaçan kadınların; kadınların egemen olduğu ve her an kapının önüne konma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları sığınma evlerine sığamadıklarını görüyoruz. Orayı ev ya da yuva olarak görmüyorlar/göremiyorlar. Hep iğreti bir yaşam sürüyorlar. Kahramanların bu duygu karmaşasını okurken, aslında toplum tarafından bu durumun hiç bilinmediğini ve konuşulmadığını fark ettim. Örneğin benzerlerine gerçek hayatta rastladığımız roman kahramanlarından Hatun, sığınma evinde kendini yalnız ve çaresiz hissedince kocasına dönüyor ve bir süre sonra da öldürülüyor. Yazarın dediği gibi “trenin buraya nereden geldiği belliydi de nereye gideceği meçhuldü.”
Kitabı okurken hem öykülerin derinliğinde, hem de çeşitliliğinde yıllar önce yaşadığım bir olayı anımsadım. Epey kalabalık bir kadın grubuyla, kızları cinayete kurban giden bir aileye baş sağlığı ziyaretini gitmiştik. Hem de aileye hukuken yanında olacağımıza dair teminatta bulunacaktık. Aile Ankara’nın yoksulluğuyla meşhur Yenidoğan semtinde neredeyse yer altında yaşıyordu. Eve gittik, hepimiz sıra sıra dizildik. Aile ile iletişim kurmaya çalışıyoruz. Ama bir türlü ortak dili oluşturamadık. Katil de, kurban da aynı ailedendi. Abisi tarafından namus cinayetine kurban edilen kız, on sekiz yaşından küçüktü. Kardeş katili olan abi hapse girince aile geçimini nasıl sağlayacağının derdine düşmüştü.
Anne, feminist kadınlardan oluşan gruptan, öncelikli olarak abiyi hapisten kurtarmasını istiyordu. Mevcut durum için de maddi yardım bekliyordu. Herkesin sinirleri bozulmuştu, ancak kızın annesi “yardım edecekseniz oğluma yardım edin, yoksa gidin” dedi. O eve giden ve esasında öldürülen kızın hukukuna sahip çıkmak isteyen kadınlar olarak, tersyüz edilmiştik. O an hepimiz çaresiz kaldık, bahçeye çıktık. Ne yapacağımızı bilemiyorduk. Kendimi gerçekten çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum.
Leyla Serpil’in romanını okurken de benzer duygulara kapıldım. Çoğunlukla çok çaresiz ve kötü hissettim. Özellikle Menekşe’nin hikayesi tam da benim geçmişte yaşadığım olayla örtüşüyordu. Bu anlamıyla, kadın sorunlarını merkeze alan bu romanı çok beğendiğimi belirtmek istiyorum.
Burada teknik olarak, özellikle bir konuda yazarın hakkını teslim etmek gerekir. Yazar eserinde, karakterlerin çokluğuna rağmen her birine kurgu içinde hak ettiği ölçüde yer vermiş. Her adımda insanın içini burkan, nefesini kesen olayları, sorunları ve acıları ajite etmeden olabildiğince objektif aktarmış.
Bir kadın olarak romanının bu temayla yazan Leyla Serpil’e teşekkür eder, Şşşşt! romanının okurunun bol olması dilerim.
Perihan Tunçbilek – edebiyathaber.net (1 Kasım 2017)
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2017/07/27/leyla-serpil/