“Anlatması yüz yıl sürecek bir travmanın izi bulunduğumuz her yere siniyor,” diyor Selim Temo “Bendeki Şivan” adlı o nefis yazısında. Aynı gün bu travmayı daha da derinleştirmek istercesine onun doğduğu toprakların yakınlarında bir okul kapısı devlet tarafından mühürleniyor. Sanki milyonlarca ağzın mühürlü oluşu yetmezmiş gibi. Selim Temo’yla, birbirimizi tanımasak bile, sancılarını paylaştığımız bu memlekette söz konusu mühür iki taraflı. Birincisi Kürtçeyi anadili olarak seçemeyen, böyle olunca yeşertemeyen, tabiri caizse yıllardır başka bir dile “şartlanmış” milyonlar.
İki dilli büyüyen oğlumun Türkçeyi yarım yamalak konuştuğu zamanlarda yarattığı bir ifadeydi bu. İstemediği bir hususta fazla ısrarcı olduğumda “anne şartlama beni” deyip kestirir atardı. Hatırladıkça hâlâ güldüğüm, hayli sempatik bulduğum bu oğul dilini eğer isterlerse Kürt arkadaşlarıma ödünç verebilirim. “Şartlama bizi devlet baba” diye başlayabilirler mesela, devlet, kolluk güçleri, askerler, politikacılar coştukça coşup yaşamı bir halkın burnundan getirmek için bildikleri bütün müzikleri çalarken.
Konuştuğumuz dil ruhumuzdur, içimizin en berrak aynasıdır. Sonradan beceri hanemize kattığımız yabancı dillerde kendimizi kusursuz ifade edebilsek de anadilimizde şakımaya başladığımızda başka biri oluruz birden. Neşemiz veya hüznümüz, içimizdeki renkler, ta ana karnındayken duyduğumuz sesler, müzik, bedenin müziği dilimize yansır.
Son günlerde, aynı mührün farklı taraflarında oluşumuza inat hiç olmazsa hikâyelerimizin birbirine karışması için, anadili Kürtçe olan arkadaşımla, onun anlatacağı travma kadar koyu çaylar demliyor, sonra oturup acının merkezi diye tariflediği bir coğrafyadan açıyoruz bahsi. Arkadaşımın memleketi o merkezin tam göbeğinde. Diyarbakır’ın büyükçe bir ilçesinden doksanlı yıllarda Batıya savrulmuş bu arkadaşım sohbetimizin ortasında çalan telefonlara anadili Kırmancide cevap verdikçe içinden fırlayan öteki adamı şaşkınlıkla izliyorum. Daha aceleci, birden başka bir ritimde konuşan, bedeninin devinimleri farklı, Kürt halayına durmuşçasına kendinden emin, tanımadığım yüzünü gördüğüm biri var karşımda.
Söz çiçeğe böceğe geliyor bir vakit, bölgenin uzak dağlarındaki çiçekleri soruyorum ona; hatırlamak olur ya yüzünü güldürür diye. “Çiçek miçek yok. Kalmadı. Olanı da sizin devletiniz yaktı” diyor haklı bir öfkeyle. Sınırın diğer tarafına bu denli kolay itilişim canımı yaksa da, ‘benim’ diyemeyeceğim devletim yüzümü kara çıkartmaya devam ettiği için susuyorum. Evet, anlatması yüz yıl sürecek bir travma konusunda ağzını pek açmamış, işlenen suçlara sadece silahla, işkenceyle, yaktıkları ağaçlarla, yıktıkları köylerle değil suskunluğuyla da katılan bir halkın yazarı olarak mührün bu tarafındayım.
Doksanlı yıllarda henüz savaş sürerken, Alman televizyonuna yaptığımız haberler için bölgeye gidip gelmişliğim, saat beşten sonra yolların kapanışına, otellerden çıkamayışımıza, sivil polislerin aldığımız her soluğu takip edişine, askerlerin, yoksul bırakılmış bir coğrafyanın her metresine bayrak dikişine tanıklığım, kontrollerde asker için ve gerilla için ayrı ayrı müzik kasetleri taşıyan, bu bunalmışlığı bizimle paylaşan taksicilerle, gözaltında taciz tecavüz yaşayan kadınlarla sohbet etmişliğim var, ama benim dilim Türkçe onunki Kürtçe ve bu gerçeklik hâlâ ikimizi de yakıyor.
Temo’nun yazısında bahsi geçen Şivan’ın şarkılarına dairse, Urfalı ve yine Kürt bir arkadaşımla vakti zamanında, alakasız bir yerde, güneşin cayır cayır yaktığı bir tatil beldesinde konuşmuştum. Gençlikte Şivan dinleyip, harlanan gençlik ateşiyle müziğe eşlik ederken kafalarını nasıl duvarlara vurduklarını anlatırdı bir kimliğin isyanını dillendirirken. Kürt bir aşiretin üyesiydi, babası Ankara’ya üniversiteye giderken, oğlum Kürt olduğunu kimseye söylemeyesin diye tembihlemişti. Şeyhlerden, aşiretlerden, Kürtlükten dem vururken öyle hatırlayıverdi.
Tarihin sayfalarına sığamayışımızı kim, ne kadar, nerede yazacak, yazıyor ya da resmedecek henüz net değil. Ama bu mührü bir yerinden bozmak, delmek şart. Bu kesin.
Ben bu satırları yazarken dokuzuncu kez cezavine giren eski Kars ve Şırnak milletvekili Mahmut Alınak şöyle diyor: “Kendimi gelecek kuşaklardan sorumlu hissediyorum. Ben yanmazsam, acı çekmezsem, yarınlarda torunlarım, torunlarımız, yarının çocukları bu bedeli ödemek zorunda kalacak. Zamanında dedem bedel ödemeyi göze alsaydı ben bugün hapishaneye gidiyor olmayacaktım ancak bana verilmiş olan bu ceza benim için bir şeref madalyasıdır.”
Otuz kırk yıldır süren bir utanç bu. Mahmut Alınak’ı hapse sürükleyen, diğerlerini dağa çıkaran, faili meçhullerle, mayınlar arasında geçen bir çocuklukla dibi simsiyah tencerenin isine kayıplara dair bir öykü yazarak bulaştığım şu günlerde, Almanca, İngilizce yıllardır kurabildiğim bir cümleyi onun dilinde nasıl söyleyeceğimi sormak için deminki arkadaşıma telefonla mesaj atıyor ve utanarak bir kere daha soruyorum. Özür diliyorum Kürtçe nasıl denir? Ekran aydınlanıyor: Li min bibore!
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (18 Eylül 2014)