“İnsanın yaptıklarının yüzeyinin altında bir sır var mıdır? Yoksa insanlar tamamen böyle midir, açıkça ortada duran, her şeyi gösteren eylemleri gibi? İnsanın yaptığı her şey, bilinmeyen derinlikte saklı bir iç hayatın tamamlanmamış, adeta gülünesi çaresizlikteki ifadesidir sadece, bu iç hayat yüzeye çıkmaya çabalar ama onun uzağına bile ulaşamaz…”
Lizbon’a Gece Treni bir yolculuk kitabı olarak okunabilir. Elli yedi yaşındayken hayatını ilk kez kendi ellerine almak üzere olduğunu hisseden eski diller uzmanı Raimund Gregorius’un, İsviçre’den Lizbon’a hareket eden gece treninde başlayan, daha çok insanın kendi içinde yaptığı, yaşamı asıl anlamlandıran pek çok kavramı silbaştan okuduğu, düşündüğü ve yaşadığı bir yolculuk. Onu bu yolculuğa çıkaran şeyse nereye gideceğini bilmediği bir anda bulunduğu kitabevinde eline geçen bir kitaptır. Portekizli bir doktor olan Amadeu Prado’nun, her an ölümle yüzyüze gelebileceği hastalığıyla geçirdiği yaşamı boyunca aldığı notlarının ölümünden sonra kızkardeşinin bir araya getirmesiyle ortaya çıkan bir kitap. Adı Sözlerin Kuyumcusu.
Yaşamının rutininden saptığı sabah, yıllardır hep aynı şekilde okuluna gitmek için geçtiği köprüden atlamak üzere olan Portekizli bir kadına engel olan Raimund Gregorius bir eski diller uzmanıdır. Eskiye ait olan her şeye derin bir bağlılık duyar, Latince cümleleri içlerinde geçmişte kalan her şeyin sükunetini barındırdıkları için sever, aynı zamanda mesleğine tutkuyla bağlı bir öğretmendir. Karısı zorladığı için üniversiteden mezun olmuş olan Gregorius için önemli olan bu değil, eski metinleri didik didik edebilmek, dilbilgisi ve üslup açısından en küçük ayrıntısına kadar öğrenebilmek ve her bir deyimin hikayesini bilmektir. Diğer bir deyişle iyi olmaktır. Bu alçakgönüllülük değil, gösteriş meraklısı bir dünyaya yöneltilmiş sessiz bir hiddettir. Bu yolculukla yaşamını, düşüncelerini, ilişkilerini baştan sorgulama ve anlamlandırma fırsatını geç de olsa yakalamıştır. Uzun zamandır gitmekte olduğu Yunanlı göz doktoru Doxaiades ile insanlar, düşünceler ve kelimeler üzerine diyalogları yer alır kitapta sık sık. “Bunlar yazılı metin değil Gregorius. İnsanların söyledikleri şeyler metin değil. Öylesine konuşuyorlar. Gregorius, insanların söyledikleri çoğu zaman tutarsız ve çelişkili diye yakınmıştı, üstelik söylediklerini hemen unutuyorlardı. Yunanlı bunu dokunaklı buluyordu. Onların söylediklerini kelime anlamıyla almak ancak bir dilbilimcinin aklına gelebilirdi, daha doğrusu bütün gün yerinden oynatılamayan kelimelerle, yani metinlerle, üstelik üzerlerinde binlerce yorum yapılmış metinlerle uğraşan bir eski diller uzmanının aklına…” Lizbon’da ani bir baş dönmesiyle kendini kaybeden Gregorius’un telefondaki korkusunu hisseden Doxiades yapılması gereken testler olduğunu söyleyip “bana sorarsanız buraya dönün derim. Doktorlarla ana dilinizde konuşun. Korku ve yabancı dil birbirine pek uymaz” diyerek yol gösterir. Sakin doktor sesiyle…
Sözlerin Kuyumcusu Prado ise mesleğini yaparken insanı, yaşamı temel almış, çevresindeki insanların ve hastalarının saygısını kazanmış bir doktordur. Mesleğini sarsılmaz bir sebatla uygulamış olan bir doktor. İnsan yaşamında, geri kalan kısmını belirleyen anlar, kararlar vardır. Ve bu anlar kimi zaman önceden planlanmaksızın, aniden insanın karşısına çıkar. Portekiz’in Salazar diktatörlüğü döneminde pek çok faili meçhul cinayetten sorumlu olduğu bilinen bir gizli polis görevlisinin (Rui Luis Mendes) yaşamını kurtarması da Prado için bu anlardan biri olacaktır. Kızkardeşi olayı şöyle anlatmaktadır: “Amadeu, Mendes’in posta kutusuna atılan el ilanındaki fotoğrafına onu gözleriyle yok etmek istercesine baktı. Sonra kağıdı küçük parçalara ayırdı ve tuvalete atıp sifonu çekti. Öğle sonrasının ilk saatleriydi. Mendes’i taşıyan adamlar, kapıyı çılgınca çalıyorlardı. O güne kadar -vicdan azabı duyarak- kendilerinden uzak tutabilmiş oldukları diktatörlüğün baskısının ve gaddarlığının, şimdi bir yol bulup evlerinin soylu, korunmuş sakinliğine sızdığını düşündü. Prado, Mendes’in yatmakta olduğu divana yaklaştı, taş kesildi, iki-üç saniye boyunca gözlerini inanmazlıkla, alnında küçük ter damlacıkları duran o solgun, gevşemiş yüze dikti. Dönüp teyit istercesine bana baktı. Mendes’ti o el ilanındaki adam, fotoğrafının altında Lizbon kasabı yazan adam. ‘Digitalis!’ başka bir şey söylemedi. Sesindeki aciliyette, mücadele ettiği bütün nefret, parlak bir çeliğe benzeyen o nefret mevcuttu. Ben enjektörü hazırlarken o, Mendes’in kalbine masaj yapıyordu. Bükülmez çelik gibi iradesinin inanılmaz gücüyle, büyük olasılıkla, vicdanında işkencelerin ve cinayetlerin yükünü; bedeninde devletin bütün insafsız baskısını taşıyan adamı ölüme terk etme arzusuna karşı mücadele etti. Ne kadar da kolay olurdu bunu yapması, inanılmayacak kadar kolay! Birkaç saniye kadar hiçbir şey yapmadan durması yeterdi. Hiçbir şey yapmadan! Hiçbir şey!… Daha önce yere yıkıldığında etrafını sarmış olan insanlar sağlık görevlerinin ambulansa taşıdığı sedyede Mendes’in hayatta olduğunu gördüklerinde bu kez öfkelerini onu layık olduğu ölümden kurtaran, hak ettiği cezayı verdirmeyen kişiye kusuyorlardı.” Üstelik daha önce uzunca bir zaman ağır hastalığının pençesinde acı çekmiş, Prado’nun desteğiyle ayakta kalabilmiş bir hastasının eşinin Prado’nun karşısına geçip yüzüne tükürmesi Prado’yu derinden etkiler ve kendini onun yerine koyup iç diyaloglara girer.
– Kendime ne söyleyebilirdim? Senden cinayet işlemeni istemedik biz. Bize felaket, işkence ve ölüm getirmiş olan, merhametli doğanın sonunda başımızdan almak istediği bir adamın, elinden geleni yaparak hayatta kalmasını ve kanlı rejimini sürdürmesini sağlamamandı.
– Ne yapmış olursa olsun, hayatta kalması için kendisine yardım edilmesine herkesin hakkı vardır. Kişi olarak vardır, insan olarak vardır, onu soğukkanlılıkla ölüme terk etmek kendime yabancılaşmak anlamına gelecek, şundan eminim rüyalarımda bile kurtulamazdım bundan.
– Senin kendine karşı nasıl hissettiğin değil önemli olan. Bu hiç önemli değil. Ya bu başkalarının ölmesi anlamına geliyorsa? Bir düşün: Mendes üniformasını giyiyor ve ölüm emirlerini veriyor. Bir düşün. İyice düşün ve şimdi kendi hükmünü kendin ver…
– Onu olduğu kişi yapan içsel yerçekimi, başka türlü davranmasına izin vermezdi. Ama bir kuşku kalmıştı geriye, çünkü ahlaki açıdan kendini beğenmiş olmaktan kuşkulanıyor ve bunu gideremiyordu, bu kuşku, kibirden vebadan nefret edercesine nefret eden bir adam için çok önemliydi.
Prado tüm bu iç hesaplaşmalarıyla kendini Salazar’a karşı direnişin içinde bulur.
Lise yıllarında, en yakın arkadaşına, daha sonra aynı saflarda direnişe katıldıkları Jorge’ye hayatın olmayacak taleplerinin, duygularımızın zarar görmeden onlara dayanmalarına olanak tanımayacak kadar sayıca çok ve fazla olduğundan söz etmiştir Prado.
Neden avukat olmak yerine yargıç olmayı, cezalandıranların tarafında olmayı seçtiğini sorguladığı babasına yazdığı mektupta “Ana babalarının arzularının ve korkularının şekilleri, yakıcı bir kalemle, güçsüz ve başlarına ne geldiğini hiç bilmeyen küçüklerin ruhlarına kazınır. Ruhlara dağlanmış o metni bulmak ve ne yazıldığını sökmek için bir ömür harcarız, onu anladığımıza da asla emin olamayız. Ve görüyor musun baba, seninle bana da öyle oldu. İçimde, bugüne kadar hissettiğim ve yaptığım her şeye hakim olan muazzam bir metin yattığını kısa bir süre önce nihayet anladım” yazar.
Yaşam, ölüm, arkadaşlık, sadakat, ihanet, üzerine düşüncelerini, direniş sırasında aşık olduğu, ancak yine kendi örgütü tarafından öldürülmesi planlanan Estefania’nın yurt dışına kaçışına yardım edişini ve bu kez de örgüt tarafından dışlanışını anlatır yazılarında.
Öfkelendiren Yalnızlık başlığını attığı sayfalarda “Yaptığımız her şeyin yalnızlık korkusundan yapıldığı doğru mu? Hayatımızın sonunda pişmanlık duyacağımız her şeyden vazgeçmemiz bu yüzden mi? Düşündüklerimizi bu kadar nadiren söylememizin nedeni bu mu? Yoksa niye bütün o şiddetli geçimsizlik çekilen evliliklere, yalancı arkadaşlıklara tutunup kalıyoruz ki? Bütün bunlardan vazgeçseydik, sinsice gelişen santaja bir son verseydik ve kendimize tutunsaydık ne olurdu? Korkulan yalnızlığın temelinde ne vardır aslında? Söylenmeyen sitemlerin sessizliği mi? Evlilik yalanlarının ve dostane yarı-gerçeklerin mayın tarlasından soluğunu tutarak görünmeden geçmek için duyulan zorunluluğun olmaması mı? Yemek yerken karşımızda kimsenin oturmaması özgürlüğü mü? Nesnesini düşünmediğimiz için var olan bir korku mu duyuyoruz sanında? Düşüncesiz ana-babalar, öğretmenler ve papazlar tarafından kafamıza sokulmuş bir korku? Özgürlüğümüzün ne kadar büyüdüğünü görselerdi başkalarının bize imrenmeyeceklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?” yazmaktadır. Öfkenin Kor Zehri’ni “Başkaları, bizi kendilerine –pervasızlıklarına, adaletsizliklerine, düşüncesizliklerine- öfkelenmeye zorlarlarsa üzerimizde güçlerini denemiş olurlar, ruhumuzun içine yayılıp yiyip bitirirler onu, çünkü öfke, bütün yumuşak, soylu ve uyumlu duyguları dağıtan, bizi uykumuzdan eden kor bir zehir gibidir. Öfkenin zehrinden etkilenmeden, onun hakkında bildiklerimizden yararlanacak şekilde kendimizi yetiştirmek ve geliştirmek ne anlama gelebilirdi? Ailelerimiz, öğretmenlerimiz ve öteki eğitmenlerimiz neden bundan hiç söz etmediler bize? Ve bu konuda ruhumuzu yararsız, kendine zarar veren bir öfkede ziyan etmemizi engelleyebilecek bir pusulayı yanımıza neden vermediler?” yazarak sorgular.
Lizbon’a Gece Treni, dilleri, kelimelere yüklediğimiz anlamları, duygunun, düşüncenin aktarımında, ilişkilerimizde sözcüklerin etkisini sorgulayan eski diller uzmanı ile mesleğini sağlam bir karalılık ve bağlılıkla yapmakla kalmayıp, hayatı boyunca yaşamı, insan davranışlarının kökenlerini çözümlemeye, anlamlandırmaya çalışan bir doktorun uzattığı bir pusula olarak da okunabilir. Yaşamın her anında, geldiğimiz noktadan geçmişimizin ışığında ilerleyebiliyoruz ancak. Geçmişi değiştirme şansımız olmasa da etkisinin geleceğe ait olması onu değiştirebilmemize olanak vermez mi?…
Emel Bayrak – edebiyathaber.net (4 Şubat 2016)