1971’de yayımlanan Parasız Yatılı adlı öykü kitabını izleyen Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gecenin Öteki Yüzü (1982) ve Sevda Dolu Bir Yaz (1999) adlı yapıtlarıyla öykücülüğümüzde bir “Füruzan olayı”nın konuşulmasına neden olan Füruzan, 1974’te 47’liler ve 1988’de Berlin’in Nar Çiçeği adlı iki roman yayımladı. Öykü ve romanlarının yanı sıra gezi ve oyun türlerinde de yapıtlar kaleme alan yazarın 1991 tarihli bir de şiirlerinden oluşan Lodoslar Kenti adlı yapıtı var. Öyküleri üzerine pek çok inceleme yapıldı. 47’liler adlı romanı yazınımızda önemli bir yer edindi; ancak yapıtlarına ilişkin değerlendirmelerde şiire yakın bir dil kullanmasına sıklıkla dikkat çekilmesine karşın Lodoslar Kenti adlı kitabı üzerinde yeterince durulmadı.
Öykülerindeki izlekleri, kişileri, mekânları anımsatan beş şiirden oluşur Lodoslar Kenti. Kitabın adında mekâna vurgu yapılmasına karşı Füruzan’ın şiirlerinde o mekânlarda yaşayan insanların geçirdiği değişim ve dönüşüme koşut biçimde zaman kavramı da önemli yer tutar. Öykülerindeki çocuklar, bu kentte yeniden çıkar karşımıza ama artık duyularının büyük gücünü kolayca yitiren, düşleri, belleği yok olan, diline ihanet eden büyüklere dönüşmüşlerdir (Füruzan, 1991: 19). Onlara ihanetin dilde olduğunu anımsatan şair Füruzan, “iğdiş edilmiş çocuklar” için bir menkıbe yazar. Menkıbe, tarihe geçmiş ünlü kişilerin yaşamlarını konu alan ve olağanüstülüklere yer veren bir türken, Orhan Veli nasıl ki sokaktaki insanı şiire taşıdıysa Füruzan da şiirinde belleği silinen, anıları yanılan çocukların öyküsüne bir menkıbede yer açar. Hiçbir olağanüstülük yoktur bu çocukların öyküsünde:
Bir bağın helmelenmesiydi
o yaz,
ikimiz için.
Yok,
yanıltmayayım anıları
ne bağ vardı ortada, ne bahçevan,
sevgiyi yakalamaktı işimiz,
tek bir yaz daha yaşayıp
eklentisiz,
ara mevsimsiz
sonra ölmekti dileğimiz (Füruzan, 1991: 26)
Şiirlerinin yazıldığı yıllara birkaç kez gönderimde bulunur Füruzan dizelerinde. 1980’lere gelindiğini sık sık anımsatır. Artık sinemalar, sevgi arayışında olan çocuklara değil, “sığ etsel” dürtülerinin peşinde koşan “zavallı adamlara” sahne olmaktadır. Füruzan’ın “Benim Sinemalarım”, “Ah Güzel İstanbul” gibi öykülerini akla getirir şu dizeler:
portakal sandığı çakması sinemalar
ne sığ o etsel kalkışmalar
zavallı yazık adamlar
nasıl da bu denli kötüsünüz,
alışılmışlık
çağlık yazgınız
hazinsiniz,
üstelik ağır
kırılır dal dal yaprakları
suyunu veren yoksa çocukların
sunarlar istenen yerlerini
yumarak içlerine gözlerini
büyükler hantaldır,
ayrımsamaz
onlarınki heykel gözleri.
Nasıl hiçlik bu,
suskudan beter. (Füruzan, 1991: 31)
Gerek bu dizelerde gerek genel olarak beş şiirinde Füruzan’ın yetişkinlerin dünyasıyla çocukların dünyası arasında kurduğu karşıtlık dikkat çeker. Evet, o çocuklar büyüdüklerinde bellekleri yetişkinlerin dünyasının dişlileri arasında un ufak olur. Buna karşı Füruzan, şiirlerinde o çocuklara kendilerini, unutturulmaya çalışılanları anımsatarak o sığ etsel kalkışmalardan, büyüklerin hiçbir şeyi ayrımsayamayan heykel gözlerinden onları kurtarmak ister adeta.
Zaman geçer, “Doğduğun Yer Gençliğindir” şiirinde “ikibin yılına ondört yıl kala” elde hiçbir değerin kalmadığını görürüz. Postacılardan beklenen bir mektup yoktur ki zaten “yeniden sevgiyi istemek sevgiliyle bağımlı değil” ve “özlenen sevgidir sevgili değil” (Füruzan, 1991: 54). “Seni seviyorum” demek gün içinde herhangi bir şey için birine teşekkür etmek kadar sıradanlaşır. İş için yazılan mektuplar gelip gider yalnızca ve onlarda bile zorunluluktan, göstermelik bir incelik vardır. Düşlerinin hiçbirinin gerçekleşmediğini kabullenen anlatıcı, daraldığı, bunaldığı, geçilen yerleri dikenlerin bürüdüğü, yoz yapıların dikildiği bir zamanda yaşadığını ayrımsar. Bütün bunlara karşı belleklerden silinenleri anımsamak, şairin deyişiyle, “çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için” birbirimize dokunmaya, görmek için bakmaya, duymaya gereksinimimiz vardır. Şair, şiirlerin genelinde ne kadar karamsar bir tablo çizse de “karmaşa”, “çöreklenme” ve “arsızlık”la özdeşleştirdiği, insanların programlanabilir bir nesne oldukları bu zamanın karanlığından bir çıkış yolu olduğunu anımsatır her şeye karşın:
Çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için
Sevgiyi bulmalıyız
Hiçbir kadın,
hiçbir erkek
birbirine değemiyor.
Görmek için bakmıyoruz ki…
zaten
körüz.
Ağrılar içindeyiz
Bir gençlik mi gerçeğin mirasçısı
Yalanın baş tacı edildiği tarihlerdeyiz
Öylesine alıştık ki duymamaya
Kimin ne dediği
umurumuzda değil
Bin dokuz yüz seksen beşlerden geçerken… (Füruzan, 1991: 64)
Genel olarak sanat, resmî kayıtlara geçmemiş kişileri, olayları, gerçekleri kayda geçirir. Türk yazınının bir başka usta kalemi Gülten Akın da bu gerçeğe işaret edercesine Kuş Uçsa Gölge Kalır adlı kitabında “Ötekini oku, derinde dipte duranı” der bu yüzden. Füruzan da öykülerinde olduğu gibi şiirlerinde de derinde, dipte duranı merkeze çeker. Bunu elbette bilinçli olarak yapan yazar, sanatın bu işlevinden rahatsız olanları iğnelemek ister gibi “Ah sanatçılar, siz ne başa çıkılmazsınız! Anlatımınızda uyumsuz olan hep doğruluk kazanıyor” der (Füruzan, 1991: 69). Verili olandan başka bir tarih anlatır Füruzan, sevdanın da, tarih gibi “günlük algılamaların dar bilincinde” barınamayacağını anımsatır (Füruzan, 1991: 68). Sadece sevda değil, hiçbir değer barınamaz kimyasal dalgalanmaların yayıldığı, savaş patronlarının var olduğu bir dünyada. Şair işte bu gerçeği yüzümüze çarpar sözcüklerinin “yüz kızartıcı, yakası açılmadık” ve ağzının bozuk olduğu günlerde (Füruzan, 1991: 72). Tüm bu yozlaşmaya, vahşete, talana karşı Füruzan’ın da dediği gibi şiirin tam da zamanıdır!
Baran Barış – edebiyathaber.net (10 Ağustos 2018)