Londra’da Daymer, Fransa’da yaşayan Ressam İsmail Yıldırım’ı ağırladı. Aydın Çubukçu’nun kolaylaştırıcılığında sanatçıyı dinledik.
Ressam İsmail Yıldırım, 12 Eylül darbesinden sonra yurt dışına çıkan zorunlu göçmenlerden biri. Yolu hapishanelerden geçmiş, Yılmaz Güney’le yol arkadaşlığı yapmış, Filistinli gerillalarla kardeşleşmiş bir sanatçıyı dinlemek ilginç ve keyifliydi.
Sanatçının eserlerini izlerken devrimci yanının hiç eksilmeden giderek arttığını görebiliyorsunuz. Örneğin sanatının en büyük dönüm noktasını 1992 yılındaki Madımak olaylarında yaşadığını belirtiyor. Hunharca katledilen otuzyedi canı tuallerine aktarabilmek için sekiz yıllık bir araştırma ve yoğun okuma programlarından geçtiğini öğreniyoruz. Heykel çalışmalarında Madımak temasını işlediği eserlerinde ateşi, külü ve kömürü kullanmış.
Kendi deyimiyle figürlerin biçimlerinden çok hikayelerindeki derinliklerle ilgilenmiş. İçindeki çığlıkları yarattığı çehrelerle yükselten, bedenlerin dik duruşundan taviz vermemiş ve dikte etmekten de kaçındığı aşikâr. Eserlerine isim vermekten kaçınmış. Birçok ayrıntıyı izleyicilerine bırakmış. Dolayısıyla sanatçının çığlıklarını bazı eserlerinde izleyici kendi çığlığı gibi algılayabiliyor.
Sanatçıyı dinlerken eserlerini aynı zamanda hafıza kartı gibi hissettim. Örneğin atölyesinin bulunduğu Fransa’nın Neuf köy meydanındaki eseri, Gezi heykeli bunun güzel bir örneği olabilir. Yaşamını Gezi’de yitiren beş canın bir gövdeden yükselişi sonsuza kadar kalacakmış gibi.
Küçük bir ayrıntı; çığlık suretleri çığlığa neden olan kaynaktan kopmuş, hatta o şiddet yok olmuş gibi. Tarih de olduğu gibi. Şiddetin müsebbibi diktatörlerin tarih sayfalarındaki hacmi birkaç cümleden öteye geçemez.
Sanatçı konuşmasının başında odaklandığı noktaları savaş-göç-iklim olarak açıkladı. Birçok savaşın ve iklim değişikliklerinin zorunlu göçleri doğurduğunun altını çizerek, “Günümüzde 90 milyon insan bulunduğu coğrafyadan uzaklaşmak istiyor. Bunun nedeni sadece savaşlar değil, iklim değişikliklerinin de etkisi var,” diyor.
Hepimizin bildiği göçmenlerin şiddete maruz kaldığı coğrafyalarda direniş hikayeleri elbette sanatla birlikte efsaneleşecek. Aylan Bebek de olduğu gibi.
Sanatçı göçlerle birlikte özgürlüğün simgesi kuşları özellikle de kuş kanatlarını kendi stilinde yorumlamış. Esaretin ve zulmün doğurduğu çığlıklara o kuş kanatları umut olmuş gibi.
Sanatçı Can Yücel hayranı olduğunu ve onun mısraları üzerine çok çalıştığını söylüyor.
Yıldırım Orta Doğu da yaşamış ve halen bölgeyle yakından ilgili. Çöl insanını anlatırken onun sabrını, toprakla bütünleşmesini resmederken mitolojiden, Şamanizm’den, kadının doğurganlığından etkilendiğini sık sık vurguluyor.
Jin Jiyan Azadi artık evrenselleşen kadın, hayat ve özgürlük sloganını sanatında içselleştirdiğini görüyoruz.
Beni en çok etkileyen bölüm ise sanatçının çalışmalarında Tevekkül Eden Kadınlar başlığı açmış olması. Ve bunlardan biri unutamadığım Konca Kuriş.
Sanatçının deyimiyle (ki katılıyorum,) Türk solunun yeterince ilgi göstermediği olabilecek en hunhar kadın katliamının mağduru Konca Kuriş. Sanatçı İkonya (Konya’nın eski adı) da gömüldüğü o evin bahçesinden Kuriş’i çıkarıp tuallerinde yeniden hayat vermiş.
Kendi yoldaşları, Hizbullah tarafından katledilen Konca Kuriş halen üzerine gidilmeyen cinayetlerden biri olarak sanatçının eserlerinde izleyicilerine bakıyor.
Konca Kuriş ve Mahsa Amini’nin buluştuğu eserler de mevcut. Onlarca Amini yorumu faşizme ve erkek şiddetine karşı kan fışkırırcasına haykırıyor.
Sanatçı, “Ben figürlerden çok hikayelerle ilgiliyim,” derken tam da bunu kastediyor olmalı. Katledilen Mahsa Amini ne yaşadı ve dünyaya ne bıraktı?
Bir hikayeci olarak benim için de mana kahramanın kendisinden daha önemlidir. Kahramanlığı görmezden gelinen gerçek kahramanları bulup çıkarmak da her sanatçının boynunun borcudur diye düşünürüm.
Suudi Arabistan bayrağı ile İran bayrağı arasındaki yeşilin farkını hâlâ çözebilmiş değilim. Bu da sohbetten bende geriye kalan bir soru oldu.
Sağlıcakla kalınız…