Bin kez duyduğunuz bir cümleyi bir kez de benden duyun. Sanat, sanat için midir yoksa sanat halk için midir? Vakti bol olanlar uzun uzun tartışır.
Şimdi ben size Londra’da yaşayan bir göçmeni tanıtacağım: Veysel Yıldırım. Nam-ı diğer Dersimli Veysel Baba.
Hep duyardım ama bir türlü tanışmak kısmet olmamıştı. Geçen hafta yaşadığı mekânı sanat evine çevirdiğini duyunca gidip göreyim dedim. İyi ki de gitmişim. Sanat evi denilince elbette sıradan bir mekân olmadığını tahmin etmiştim ama doğrusu bu kadarını da beklemiyordum.
İki odalı, küçücük bir daire düşünün. Duvarlar, yerler, tavanlar, kapılar, pencereler, dolapların üzeri ve aklınıza gelebilecek her köşe resimlerle kaplanmış, küçük objelerle doldurulmuş. Böyle anlatınca gözünüzün önüne eskici dükkânı gibi karmakarışık bir ortam gelmesin.
Art House olarak anılmayı hak eden, eksiksiz bir simetri ve düzen var. Asla kopukluk, kargaşa yok. Ciddi emek harcanmış. Resimler ve çizgiler üzerine konuşmak benden çok ressamların, uzmanların işi. Ancak ben bir sanat sever olarak o küçücük mekânın bu kadar güzel eserlerle dekor edilmesindeki ustalığa hayran kaldım diyebilirim.
Veysel Babanın ikram ettiği çayı içerken gözümün önüne başka bir oda geldi. Neredeyse 60 yıl öncesinden. Size bu odayı da kısaca tarif ettikten sonra yazının girişindeki cümleyi hatırlatacağım.
Sivas’ın eski adı Ağsundu yeni adı Geyikpınar olan köyünde bir oda. Rahmetli dedem Hacı Mustafa Bedir’in, ahırın üzerindeki küçücük odası. Üç tarafı sedirlerle çevrilmiş, her tarafı el işi kilimlerle döşenmiş, raflarda birkaç tane küçük tahta sandıklar (içlerinde ya lokum olurdu ya da tütün filan) Duvarda bir Kuran-ı Kerim. Sedirin köşesinde üç beş eski kitap. Pencerenin önünde de bir çay semaveri ve yanındaki tepsinin içinde temiz çay bardakları.
Bu köyün en konforlu odasında dedem misafirlerini ağırlardı. Çocukların odaya girmesi yasaktı ama elbette vazgeçmez, hizmet eden annelerimizin eteklerinin arkasından başımızı uzatıp odanın görüntüsünü ve kokusunu bir anda içimize çekerdik.
Ben bir Sivaslı olarak, Sivas’ı 2 Temmuz 1993’de unuttum ama o küçücük odadaki mistik huzuru kalbim hiç unutmadı.
İşte Veysel Yıldırım’ın evini görünce dedemin odası aklıma geldi. Biri 60 yıl önceki Sivas’ta diğeri günümüz Londra’sında.
Sanatın hâkim olduğu bu iki mekân da, insanların yaşam alanı olmuş. Şimdi sanat, sanat içindir diyebilir miyiz? Sanat tam da bizim içimizde, biz hayatın içinde, hayat evrenin bir parçası. Evrenin tamamı en muhteşem sanat eseri değil mi?
Sanatı hayatımıza aldığımız kadar insanız. Uzaklaştığımızda savaşları ve bütün kötülükleri tetikliyoruz.
Evini adeta bir mabede dönüştüren Veysel Yıldırım, “İmkan olsaydı ölünce bu eve gömülmek isterdim,” diyor ve devam ediyor.
“Çünkü ben ancak bu resimlerle ayakta durmaktayım. Kitaplarım, boyalarım, fırçalarım, koleksiyonlarım benim varlık sebebim diyebilirim. Çünkü onların sayesinde işkence dolu, o karanlık geçmişimi unutmaya çalışıyorum. 1962 yılında Tunceli’nin Pülümür ilçesine bağlı Kovuklu köyünde doğmuşum. Lisede örgüt çalışmaları nedeniyle 12 Eylül darbesinden önce birkaç kez gözaltına alınıp işkence gördüm. İki defa cezaevine düştüm. Birinde Yılmaz Güney’le tanıştım. Daha sonra İngiltere’ye geldim. Neredeyse otuz beş yıldır hiç dönmedim. Bir göçmen olarak Londra’da yaptıklarımın önemli bir parçası da işte burada. Yüzlerce resim.”
Yeni yılınız kutlu olsun.
edebiyathaber.net (2 Ocak 2024)