Kendi ismimiz bir kene gibi yapışır bize, onu bir türlü atamaz, başka bir insan olamayız. Başka bir nüfus cüzdanı, ölümler, yüzlerce ağız onu o yapıştığı yerden çıkarıp atamaz. – Bilge Karasu
Hayır, olmadı baba! Beni bu hastanenin soğuk yüzü, ilaç, iyot, ter ve idrar kokan odaya hapsedip bir yere gidemezsin! Hayattan yılmış ve kaybolmuş çocukluğumun hesabını vereceksin. Yirmi dört sene önce zihnine kazıyıp duygularını hiç önemsemediğin Lo’nun hesabı bu! Feraha çıkmayan o günler, sessiz bir çığlıkla gittikçe büyüdü içimde. Vücudumun her zerresinde hissettiğim o çığlık. Munch’un Çığlık tablosundaki gibi haykıracağım yüzüne.
***
Soluk farlarıyla beliriyor yolun sonunda sarı murat taksi. Babanın taksisi. Akşamın karanlığında eve dönmek zorundayım. Sıkıştığını ve kaçacak yeri olmadığını anlayan bir hayvan gibiyim. Müthiş bir korkuyla zangır zangır titriyorum. Apartmanda öksürük sesleri işitiyorum histerik. Boğuk. İkişer ikişer çıkıyorum merdivenleri. Adımlarımı daha hızlı atıyorum. Fakat ayaklarım birbirine dolaşıyor. Karanlıktan, duyduğum seslerden korkuyorum. Dişlerim birbirine vuruyor. Ağzımın arasından korku sesleri çıkıyor. Çalıyorum zili. Zır… Zır… Tekmeliyorum kapıyı. Tak… Tak…“Aç kapıyı anne aç! Baba geliyor.” Tüm sesleri çıkarıyorum. O vakit. Kapı gümbürtüsüne kızıyor annem? Yüzünde gerginlik. Kaşları çatık. Olsun. Babadan önce eve girmeliyim. Zihnimin labirentinde sancılı, derin boşluklara kazıyorum çetelemi. Çetelem: Gereklilik kipleri: -meli –malı.
Bugün de paçayı yırtıp babadan önce içeri girdim ya istediğin kadar söylenebilirsin anne. Yine geç kaldığımı, babanın benim dışarıda olduğumu anlayacağını hatta kız kısmının bu vakte kadar dışarıda olmaması gerektiğini de. Sen de iyi biliyorsun anne meselenin büyüklüğü, aklımın sınırlarını çok aşıyor. Bugün bir çocuk anlar mı bunu? En azından benim karşımda. Baba, birazdan ikimizi sevmeyen, hiç olmadığı kadar sevmeyen, hakaretlerle ezecek. Bir böcek gibi ezecek. “Keşke böcek olsaydık da görünmesek şu herife,” diyeceksin. Baba gibi titiz bir adama kardeşimle benim için sabrettiğini biliyorum. Biz ellere muhtaç olmayalım diye çektiğin eziyetleri de. Hem sen “Köpek bağlasan durmaz bu evde.” demiyor muydun? Çekilmez bu ev bu adam. Çektin bizim için. Çek-meli-idin. Ah Anne! Senin de hayatında ne çok gereklilik kipin varmış.
Annem omzuma dokununca yüreğime can taşıyan kocaman bir sevgiyle sarılıyorum. Her akşam gibi sıradanlaşan akşamların biri daha yaklaşıyor. Unutmuyorum çetelemdeki gereklilik kiplerini. Babanın ayaklarını yıkayacağım leğen, ibrik hazır ol-malı. Pijamalarını sobanın dibinde ısıt-malı. Sıcacık giy-meli. Sırada yemek hazırlayan anneme yardım et-meli. Babanın minderini sobaya yakın yere ser-meli. Baba için her şey hazır. Yine de son kontroller edil-meli. Bir kere… Bir kere daha. İçim rahat değil. Olma-malı. Bir eksiklikte başıma gelecekleri bil-meliyim.
Daha eve adım atar atmaz başlıyor baba. “Paltomu alsana Lo. Ne bakan insanın suratına it oğlu it!” Kapının geç açılması da paltosunun geç alınması da bahane. Akşama kadar el işinde çalıştığını, hiçbir yokluk çekmeden, huzur, varlık içinde yaşadığımızı başımıza kakıyor sürekli. Zihnimde bu sözcükler tam anlamıyla hasar açmaya devam ediyor. On iki, on üç yaşlarında at arabasıyla tarlalarda çalışmak zorunda olduğunu, tek göz evde uyuduğunu, yiyecek ekmek bulduğunda mutlu olduğunu, kışlık çizmeleri olmadığı için, yıllarca bacaklarında yaralar oluştuğunu. Daha küçük bir çocukken şehirde işe girmek zorunda kaldığını anlatıyor. Bunları her gün her gün dinliyorum. O zamanlar bir çocuk anlar mıydı bunu diye düşünüyorum. Bu hikâyeler farklı koşullarda anlatılsa harika bir etkisi olmaz mıydı? Hem babanın başından geçmiş eziyet ve yokluklara göğüs germesi bana da cesaret vermez miydi? Ama babanın istediği bu değil zaten. Kusmak. Öfkesini kusmaktı. Bu saatlerde her çocuk bu titizliği arayana kadar sabır ve korkusuzluğa sahip mi? Bir çocuğa yetişkinin yaradılışı nasılsa öyle davranması gerekmez mi? Güçle, gürültüyle ve ani öfkeleriyle tüm bunlar babaya normal görünüyor. Ben sıska, güçsüz, zayıfım. Baba; iri yapılı, geniş omuzlu, güçlü. Tüm dünyanın önünde acınası bir çocuk olarak görüyorum kendimi.
Akşam yemeklerinde, “Hadi otur Lo!” demeden oturmuyorum. Yemeğimi bitirmek zorundayım. Yemeği beğenmediğimi söyleyemiyorum. Oysa baba çoğu zaman yemeği beğenmiyor. “Bulaşık suyu gibi lan bu! Beygir avrat,” diyerek kızıyor anneme. Hep kızıyor. Küfrediyor. Saçlarımı yolup somyanın demirlerine yapıştıracağının söylüyor. Vurmuyor ama bağırması, tehdit etmesi, küfretmesi benim için daha kötü. Bu yüzden dayağı hak ettiğim zamanlarda babanın beni affetmesiyle babaya karşı her bakımdan borçluyum. Sofrada yalnız yemekle ilgilenilmeli. Tırnaklarımı kontrol edip, “Yeme şunları it oğlu it,” diyor. Oysa baba sürekli tırnak aralarındaki pislikleri kemiriyor, burnunu kurcalıyor. Sofra bezine siliyor. Ekmek artığı kalmasın, diyor. Ama babanın önü hep ekmek kırıntılarıyla dolu oluyor. Kırıntıları bize yedirirken ekmek çarpsın babayı, diye içimden dua ediyorum. Baba çok aç ve her şeyi çabucak iri lokmalarıyla yediği için benim de hızlı yememi söylüyor. “Hadi Lo! Ağzını ayırma! Hızlı. Daha hızlı. Çabuk yut o boğazındakileri!” Ayranı höpürdeterek içmek de yasak. O, ayranı höp… höp… İçiyor. Kemikli eti elle yememe de izin yok. O, elle yiyor hep. Çetelem: Su, lokma, ekmek.
***
Baba doğduğum gün de bakmıyor yüzüme. “Neyiniz oldu?” diye soruyor beni doğurtan ebeye. Kız olduğumu duyunca bağırarak, “Ölsün inşallah,” diyor. Ebe de dişlerini sıkarak söyleniyor babaya, “Dursun inşallah! O nasıl laf be adam! Tövbe tövbe,” diyor. Olsunla dursun arasında geliyorum bugüne.
***
Drakula’nın ölüm gemisinin tüm ürkütücülüğü pazar günleri de devam ediyor. Harfiyen uyuyorum çeteleme. Baba tıraş olunca kolonyasını eline dökmeyi ihmal etme-meli. Bir kez unutuyorum. “Ulan it oğlu it,” diyerek yüzüme okkalı bir tükürük yapıştırıyor. Avuçlarımla yüzümü kapatırken kimliksizleşmek istiyorum. Çetelem: Su, ekmek, tıraş kolonyası.
Bakkala giderken ihtiyaç listesini eline verdiğimizde adeta kuduruyor. “Bu ne Lo! Her şeyiniz masraf. Ne çabuk bitti geçen ay aldıklarım,” diyerek listede mutfak ihtiyaçlarının çoğunun üstünü çiziyor, “Pek lazım değil. Pek lazım değil,” İhtiyaçlar listesinde sadece kendine özel rakı, tuzlu leblebi, kaşar peyniri kalıyor. Okul ihtiyaçlarının da gereksiz olduğunu söyleyerek, “Okumayacak bu it. Boşuna masraf,” diyor. En çok da bu sözleri ağrıma gidiyor. Baba utanç duymalı oysa. Özgüveni öylesine güçlü ki tutarlı olmak zorunda bile değil. Ve buna rağmen hep haklı çıkıyor.
Bakkala, iş arkadaşlarına, akrabalarında bile öfke kusuyor. Her bakımdan kendinden başka herkes kötü. Koltuğundan dünyayı yönetiyor. Babanın fikirleri hep doğru. Başkalarının fikirleri deli saçması.
***
Akşam oluyor yine. Sessiz çığlıklarım gittikçe büyüyor içimde. Vücudumun her zerresinde hissediyorum o çığlığı. Baba, devinmesin diye yatağa sargı bezleriyle bağlı. Öfkesini kusmuyor. Kâh bağırıyor kâh bayılıyor. “Açın açın… Şu pencereyi! Perdeleri de! Kapıyı da… “Boğuluyorum.” diyor bilinçsiz. Bir tavana bir seruma bakıyor donuk gözleriyle. Serumu damarlarına yavaş yavaş damlarken geliyor hint fikirler aklıma. Daha fazla yaşamasını istemiyorum. Oksijen tüpünü kapatıyorum. Kurumuş dudakları arasında çıkıyor iniltileri. Uğraşacak tek derdi olmuş nefesi. İçimde yılların birikmiş öfkesiyle sesleniyorum, “Dinle! Lo’nun söyleyecekleri var. Masumiyetini kaybeden çocuktan geriye ne kalır? Çocukluğuma dair özlenecek her şey… Ve bir çocukluk borçlusun bana. Kaybolmuş çocukluğumu. Her mevsim gibi geçip giden. Boğazımda düğümlerin hoyratlığıyla zedelenerek geçmiş ömrüm,” diyorum. Diyorum da zaten bitmiş. Baba otoritesinin yerinde yeller esiyor. Hesap sormaktan da öldürme fikrimden de vazgeçiyorum. Oksijen tüpünü açıyor annem. Pencereden dışarıya bakıyorum. Gökyüzünü seyrediyorum. Kelepçe vurulmuş ölüme yaklaşan babaya sırtım dönük. Annem omzuma dokunuyor. Yüreğimize can taşıyan kocaman bir sevgiyle sarılıyoruz.
edebiyathaber.net (31 Ağustos 2023)