Söyleşi: Damla Yazıcı
Daha önce çeşitli edebiyat platformlarında kitap incelemelerini okuduğumuz M. Salih Kurt’un ilk kitabı “Anılar Oteli” okurlarla buluştu. Kitap özellikle gerçeklik, yalnızlık ve insanın varoluşsal çatışmaları gibi evrensel temaları ele alış biçimiyle dikkat çekiyor. “Anılar Oteli” romanı üzerinden gerçekleştirdiğimiz bu röportajda, yazarın ilham kaynaklarını, yaratım sürecini ve edebiyata bakışını derinlemesine keşfetme fırsatı buluyoruz. Kurt, bir yandan insanı kendine yabancılaştıran modern yaşamın sancılarını dile getirirken, diğer yandan yazmanın kendisiyle hesaplaşma sürecine değiniyor. Yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda kendini ve gerçekliği sorgulama süreci olan bu eser, okuru farklı dünyalara sürüklerken onu edebiyatın sınırlarını yeniden düşünmeye davet ediyor.
“Anılar Oteli” oldukça derin ve karmaşık bir roman. Bu hikayeyi yazmaya sizi ne yönlendirdi? Romanın çıkış noktası ya da ilham kaynağı neydi? Hem bu roman özelinde hem bütün yazma süreciniz için soracak olursam bir roman ya da hikaye fikri zihninizde nasıl doğuyor?
Yirmi küsür yıl önce, yirmili yaşlarımın başında bir hışımla yazdığımı hatırlıyorum. Onun dışında pek bir şey hatırladığımı söyleyemem. İtici gücüm, yaşıma uygun şekilde muhtemelen can sıkıntısı ve bol zaman olmuştur. Yıllar sonra tekrar okuduğumda pek çok şeye şaşırdım; bugün yazamayacağım şeylerle karşılaşmak sürpriz oldu, elbette bugün bunu böyle yazmazdım diyeceğim pek çok şey de var. Yazmak devam eden bir süreç, eğer amacınız ‘yazar’ olmak değil öncelikli olarak ‘yazmak’ ise.
Romanın çıkış noktası, esasında genel olarak bütün yazma serüvenim boyunca bugün de beni rahat bırakmayan saplantılarım ve sorularım. En çok üstünde durduğum tema sanıyorum gerçekliğin ne olduğu? Her birimiz kendimize kurduğumuz bir gerçekliğin içinde hapsoluyoruz, bir başka gerçekliğe nasıl geçebilir, bir başkasının gerçekliğini ne kadar anlayabilir, bir diğerine ne kadar temas edebiliriz ve en önemlisi gerçeklik bu kadar subjektifse gerçeğin ne olduğundan nasıl emin olabiliriz? Bir başka saplantım, edebiyat kuramları ve yazılı anlatım üstüne her türlü karmaşaya olan ilgim. Bu anlamda Borgesvari bir tutumla kendimi bir yazardan ziyade okur olarak tanımlamayı tercih ederim. Kuramlar ve kaotik incelemelerin değerlerini alt üst etmeye çalışmayı seviyorum. Herkes kendince yazı kanunlarını tepemize boca etmeye, bir başka deyişle tek ‘gerçeklik’ kılmaya gayret ediyor adeta. Bir yerlerde “artık yazılmadık bir şey kalmadı, önemli olan ne yazdığın değil, neyi nasıl yazdığın,” şeklinde son derece soyut veya “yazacağınız hikayeye sona en yakın yerden başlayın,” şeklinde dayatmacı, kefen biçici kusmuk parçaları gördüğümde, hemen bunun aksini geçerli kılabilecek bir kurgu biçemi üstüne düşünmeyi seviyorum. Kuramcıları zora sokacak bir şeyler yazmıyor, en azından bunu denemiyorsanız bir yazar olarak yeterince çabalamıyorsunuzdur, kendi sanatınıza aşıksınızdır ve bu size yeterli geliyordur. Buna itirazım yok, ancak ben böyle huzura eremiyorum, yazdıklarım her zaman kuram ve kural kovalayan birilerinin huzurunu da ufaktan kaçırsın isterim.
Bir fikrin nasıl doğduğunu bilemem ama size nasıl doğmadığını söyleyebilirim; bir fikrin nasıl doğduğuna kafa yorarak bir fikre ulaşamazsınız, ulaşacağınız bir başkasının fikri olur. Yeni bir fikrin aklıma düşmesinde zorluk yaşamıyorum, bocaladığım şey daha çok bu fikirlerin hangisinin benim için gerçekte bir anlam ifade ettiğini anlamak. Yüzlerce fikir aklınızda uçuşabilir, içlerinden birkaçıysa ayakkabınıza kaçan çakıl taşları gibi yürümenize izin vermiyor, zaman zaman acıtıyor ve varlığını sürekli size hatırlatıyorsa, onu oradan çıkarmalısınız, yazarak çakıllardan arınmalısınız. Belki yanlıştır, yine de hep savunmaya devam edeceğim şey, bir yazarı yazıp yayımladıklarının değil çöp kutusuna attıklarının tanımladığıdır.
Romanınızın postmodern yapısı ve deneysel dili dikkat çekiyor. Dil ve üslup, romanda çok önemli bir rol oynuyor. Yoğun imgeler ve metaforlarla dolu bir dil kullanıyorsunuz. Bu üslubu seçmenizin ardında nasıl bir yaratıcı süreç vardı? Yazar olarak dile yaklaşımınızı nasıl tanımlarsınız? Cemal’in içsel dünyasını anlatırken, dilin sınırlarını zorlayarak okuyucuya neyi hissettirmek istediniz?
İçtenlikle söyleyebilirim ki bütün bu etiketleme işleri beni güldürüyor. Çünkü bu esasında kimsenin bir işine yaramıyor. Edebiyat kurumu ne yazık ki doğası gereği yazarların arkasından geliyor. Bundan yıllar sonra şu an postmodern vb. addedilen eserlerin kendi aralarında birbirlerinden ne kadar ayrıştığını fark ederek yeni sınıflandırmalar bulmak zorunda kalacaklar. Hiçbir yazarın oturup yazarken falanca gibi bir eser yazmak gayesiyle veya filan akımda kalem oynatmalıyım diye yola çıktığını düşünmüyorum. Yazarken kimi zaman avare dolanıyor, kendi sesimi arıyorum. Her seferinde kendi sesime daha çok yaklaştığımı hissediyorum ancak yine yakalayamadığımı düşünüyorum. Bir sonraki için itici gücü nafile kovaladığım bir seste buluyorum. Yazar olarak göreviniz elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmak, fazlası değil.
Üsluplar arasında dolanmak, iki farklı anlatıcı modeli ve üslubun arasında kaçamak geçişler yakalamayı, okuru kitabın içine davet etmeyi ve bu amaçla meta-kurgudan ziyadesiyle faydalanmayı seviyorum. Okuru kitabın kurgusuna dahil etmenin bendeki karşılığını ifade etmek uzun zaman alacaktır. Metafor kullanımını ise fazla önemsediğimi bunun için çabaladığımı söyleyemem, şiire ve tını’ya daha çok güven duyuyorum. Açık metafor, kapalı metafor, bunlar yine yeni nesil kuramcıların okuru tamamen metnin dışında bıraktığı garabet işlerin sonuçları. Kimsenin gördüğüm kadarıyla ‘ses’i de umursadığı yok, tuhaf yankıların içinde kaybolup duruyorlar.
Dilime, yani Türkçe’ye aşığım. Bunu milliyetçi duygularla söylediğimi de düşünmüyorum üstelik. Bu dilde kendimce gezinmelerim, oyun alanlarım, bahçelerim var. Tercümeler yaptığım, eserleri yazıldığı dillerde okumaya gayret ettiğim doğru, ancak bütün bu uğraşılara diğer bahçelere öylesine geziye gitmiş kadar değer veriyorum. Dilim benim tek vatanım.
Cemal’in içsel dünyasında da sonrasında da dili okura bir şeyi hissetirmek amacıyla kullanmadığımı zannediyorum. Bunun için yirmi beş yıl önceki halimi sorguya çekmem gerekiyor, ancak o dönemlerde de okurun okurken neler hissedeceğini hesapladığımı pek varsaymıyorum. Üslup değişimlerine farklı gerçeklikleri anlatabilmek için başvuruyordum, şu anda da durumum bu. Okuru Cemal’in gerçekliğine kısa bir an da olsa temas ettirebiliyorsam işimi yapmışımdır. Okudukları karşısında ne hissedeceği, ne çıkarımda bulunacağı tamamen okurun işidir, yazar bunu işin başında hesap etmemeli, düşünmemeli ve hatta umursamamalıdır.
“Anılar Oteli”nde, yalnızlık, suçluluk, değişim gibi temalar yoğun bir şekilde işleniyor. Kitaptaki bu varoluşçu çizgiyi seçerken topluma ve insana dair hangi gözlemleriniz ya da kişisel deneyimleriniz sizi etkiledi?
Aynı şarkıyı söyler gibi olacağım ancak etiketleme mevzusunun bir benzeri burada da geçerli. Hiçbir fikir tersi bulunmadan açığa çıkmaz. Kitabımdan çıkıp herhangi bir kitap içinde de eğer varoluşçuluğu sezinlemişseniz, muhakkak aynı kurguda idealizmin de yankılarını görmüş ancak size en yakın gelen fikri veya tutumu seçmişsinizdir; veya yazar birden fazla fikrin jonglörlüğüne soyunmuş, ellerinden birkaç fikri sakarca düşürmüş de olabilir. Sorduğunuz sorunun benim için bir geri bildirim değeri var, net ifade etmem gerekirse, amaçlamadığım bir şeye ulaştığımı görüyorum, diğer yandan en başından amaçladığım ‘farklı gerçeklikler’ arasında dolaşıp okuru buna dahil etmeye ise yaklaştığımı görüyorum, mutluyum.
Kişisel deneyim fazla abartılan bir şey. Elbette her insan gibi kendi bakış açım ve bir süzgecim var. Yazarken, süzgecimi bir kenara fırlatıp atmıyorum ancak kuşanmıyorum da. Belirttiğim gibi beni subjektif şeyler daha çok çekiyor, kendi gerçekliğim dahil bütün gerçekliklerle boğuşuyor, küçük şeyleri incelemek irdelemek için değil, havada uçuşan tüy misali bir güzellik arayışında takip ediyorum, benim penceremden değil, onun gerçekliğinde süzülmenin ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum. Düşüyorum.
Bahsettiğiniz temalara ek olarak romanda –en azından yazmayı denediğim- başka temalardan da bahsedebilirim. Ancak bunları sıralı liste olarak sunmam doğru olmaz. Farklı okurlar, farklı okumalarla farklı gerçekliklere dalacaktır. Hatta belki sizin için bariz görünen ‘yalnızlık’ teması bir başka okurun hiç ilgisini ve dikkatini çekmeyecektir. İnsanların neyi, nasıl okumaları gerektiğini söyleyemezsiniz. Metinle okurun arasındaki ilişkiyi serbest bırakmalısınız. Okuma zevkini insanların elinden almayınız, zira okuma zevkinin büyük kısmının bu çıkarımlara okurun kendisinin varmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Deniz ve Cemal arasındaki dostluk ve yabancılaşma, romanın önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu ilişkiyi yazarken, modern insanın yalnızlığına ve arkadaşlık kavramına dair neyi vurgulamak istediniz?
Açıkçası ‘modern insan’ ile neyin kastedildiğini, sadece soru özelinde değil, genel olarak da anlayamıyorum. Tam olarak kaçıncı yüzyıl veya yüzyıllardaki insan temel alınıyor, ve hangi coğrafyadaki, hangi koşullardaki, hangi sosyal sınıftaki, hatta hangi sokaktaki, hangi evdeki, hangi yaştaki, hangi kimlikteki ve hangi aile bireylerine sahip insan bu kadar genellemeci bir tanımla ifade ediliyor? Günümüzde içme suyuna ulaşımı olmayan insanlar mı? Bütün gün bilgisayar başında teknolojiyle iç içe görünürken, bozuk bir radyoyu dahi tamir edemeyecek teknik bilgi yetersizliğinde kıvranan mı? Geri bırakılmış bir ülkenin metropolünde yaşam mücadelesi veren mi? Örnekler sonsuz. İşin ilginci, insani addettiğimiz duygular… Söz gelimi, yalnızlık acısı bir his ise bunun tarihin belirli bölümlerinde farklı şeyi ifade ettiği sonucuna nereden varıyoruz ki? Hatta insanı da özne olmaktan çıkarıp bir köpeğin yalnızlık acısından daha farklı şeyler hissettiğimizi? Tekrar aynı noktaya geliyoruz, ‘gerçeklik’ algılarımızın ne kadar çeşitli olduğu üzerinde geziniyorum, genellemeci bir yaklaşıma istesem dahi kalkışamam ve sürdüremem.
Roman boyunca sıkça karşımıza çıkan ‘gerçek ile hayal’ arasındaki ince çizgiyi nasıl tanımlarsınız? Cemal’in yaşadığı sanrılar bir kaçış mı, yoksa hayatın karanlık yanlarına bir ayna mı tutuyor?
Sanıyorum ‘gerçeklik’ sorgulamasına yeterince değindik. İki soruyu birleştirerek cevaplarsam: her ikisi de ve hiçbiri, okur neyi, nasıl anlıyor ve hangisini tercih ediyorsa o. Soruların cevapları beni ilgilendirmiyor. Kovaladığım şey cevaplar değil, soruların kendileri. Cemal’in gözlerinde yaşadığı hiçbir şey ne sanrı, ne hayaldir, onun gerçek algısı, gerçekliği budur. Onun yaşadıklarını gözleyen, dinleyen, okuyan, aktaran bir çift göz olan bizler içinse gerçek olamayacak kadar hayal, sanrı vb. dir. Bunu şimdi kendimize uygulayalım, ya herbirimiz kendi gerçekliğimizde Cemal gibi hayaller ve sanrılar görüyorsak, o halde ‘gerçek’ nedir?
Yazarlık hayatınıza başlarken, sizi yazmaya iten en güçlü motivasyon neydi? Yazar olma yolculuğunuzda sizi etkileyen kişiler veya olaylar oldu mu?
Kıskançlık. Sakın gülmeyin. Korkudan sonra insanın en güçlü duygusudur. Korktuğunda insanın kontrolünü ne kadar yitirdiğini bir düşünün. Kıskançlık da bir o kadar etkilidir. Kendimi bildim bileli okuyorum. Küçüklüğümde yazarları dünya dışı ulaşılması imkansız varlıklar olarak görürdüm. Benim gözlerimde dünyalar, olaylar yaratıyor ve bize naklediyorlardı. Bu hallerine hem hayranlık duyuyor hem kıskanıyordum. Ulaşılmaz bir büyüklük olarak tasavvur ettiğimden yazar olma hevesine kapılmıyor, okudukça okuyordum. Onlu yaşlarımın ortalarında bir Stephen King romanı okuduğumu hatırlıyorum. Yazarın manipülatif bir sadist gibi belli duygulara beni adım adım hazırladığını önce sezinlemem sonra cümle cümle metni parçalara bölüp (şimdi eleştirdiğim yapısökümün çocukça bir benzerini bilmeden kullanıyordum) çözümlediğimde bir şeyler değişiverdi. Kitaplara ve okumaya iyice bağlandığımı, ömür boyu sürecek tutkumu bulduğumu anlamıştım. Kitapları hem zevkle okuyor, ardından yazarın neyi nasıl yaptığını anlamak için tekrar tekrar okuyor, didik didik ediyor, kendimce çıkarımlarda bulunuyordum. Hatta bir ara çocuk aklıyla işi iyice oyuna vurup, yazarın belirli bir pasajı yazarkenki ruh halinin nasıl olduğunu (mutlu, üzgün, yorgun, bıkkın, hasta vb. gibi basitçe pek tabii) anlamaya çalışıyordum. Katmanlı okumayı, edebiyat kuramlarının ne olduğunu elbette daha sonraki yıllarda öğrenecektim. Bazen keşke hiç öğrenmeseydim ve o çocuk aklımla oyunculuğa devam etseydim diyorum. Oyun oynarken insan yorulduğunu anlamıyor.
Etkileyen kişileri, okurken yazmayı öğrendiğim yazarları bu röportaja sığdıramayacağımızı düşünüyorum. Eğer tutkunuzu bulmuşsanız, gerisinde yaşadığınız her şey şu veya bu şekilde tutkunuza etki edecektir.
Yazdığınız her eserin, okuyucuda bırakmasını umduğunuz belirli bir etki var mı? Yani, bir eseri bitirdiğinizde okuyucunun zihninde nasıl bir iz bırakmayı hedefliyorsunuz?
Okurun zihninde bir iz bırakmayı amaçlamıyorum, herhangi bir etkiyi kovaladığımı da düşünmüyorum. Özellikle “düşünmüyorum” dedim, belki de içten içe Camus benzeri insana musallat olan incecik bir hissin peşindeyimdir de bunun farkında değilimdir. İnsanın kendi gerçekliğinden sıyrılması pek kolay iş değil. Beni rahatsız eden şeyleri, mutlu eden şeyleri, ilgimi çeken şeyleri, kendi gerçekliğimde nasıl sürüklendiğimi, tökezlediğimi, başka gerçekliklerin -en fazla- izdüşümlerini, aklımı kurcalayan soruları paylaşmak istiyorum, bunları makale gibi sıralayıp beni yeterince sıkan benliğimle başkalarını sıkmamak, bunun yerine bir hikayenin, süregiden bir düşün içinde aktarmak istiyorum. Hatta belki bu röportajda da belirli bir gerçekliği teste tabi tutuyor, oyunculuğumu sürdürüyorumdur. Belki aynı sorulara başka cevaplar veren bir ‘ben’ daha mevcuttur. Gerçeği bilemeyiz.
Son yıllarda yazarlık dünyası ve edebiyat sahnesinde büyük değişimler yaşanıyor. Sosyal medya, dijital platformlar ve okuma alışkanlıklarındaki değişimler üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu değişimler sizin yazma biçiminizi ya da edebiyata yaklaşımınızı etkiledi mi?
Tanıdığım insanlar bu röportajı okursa cevabıma gülecek, şaşıracaklardır. Teknolojinin her türlüsüne merakımı teknoloji aşkı zannediyorlardır. Henüz insanlığın yeni okuma aygıtlarına adapte olabildiğini düşünmüyorum. Tabletleri, hatta e-kitap okumak için özel tasarlanmış markalara kadar hepsini denedim. Deneme nedenim de basitti, bir yolculuğa veya yürüyüşe çıktığınızda yanınızda taşıyabileceğiniz kitap adedi sınırlıdır, bu sınırı ortadan kaldırabileceğini düşündüm. Yanılmışım. Gözlerim ve ellerim ne yazık ki bu yeni formu şiddetle reddetti. Basılı kitapları tercih ediyorum. 80’lerde bilgisayarlarla ilk tanışan şanslı kuşaktık, bilgisayarlarla büyüdük, ancak tablet vs. dokunmatik ekranlar bizim de sonradan hayatımıza girdi. Bence bu alışkanlıklardan ziyade evrimsel bir sorun. Belki birkaç kuşak sonra basılı kitapları yalnızca müzelerde göreceğiz, belki de dokunma duygumuz ve istifçiliğimiz galip gelmeye devam edecek, belki enerji kriziyle karşılaşacağız ve taş baskı tabletlere döneceğiz, ihtimaller… Bu değişimlerin yazma veya edebiyata bakışımda pek tabii hiçbir etkisi olmadı. Belirttiğim gibi ben öncelikli olarak bir yazar değil okurum ve sıkı bir bilim kurgu okuruyum, şu kısa hayatımdaki hiçbir teknolojik değişim ve yarattığı sosyal dalga beni şaşırtmadı, bilim kurgu edebiyatı sağolsun, hepsine hazırlıklıydım. Genel olarak soruyorsanız, “sosyal medya”nın ismini koyan dehayı ayakta alkışlıyorum, neyse ki tarihte her şeyin isimlendirmesini bu güruh yapmamış, yoksa kediye odun, oduna mehtap, mehtaba da kürek diyebilirdik; elimizdeki bu “şey” şu haliyle ne sosyaldir ne medyadır, en yakın isimlendirme benzer çağrışım olarak “asosyal zırva” olabilir.
edebiyathaber.net (14 Kasım 2024)