Hiç sormadım. O da söylemedi. Bir araya geldiğimizde, çoğunlukla “şu çayı ısıtayım” ya da “yeni demledim” diyerek tezgahın karşısındaki koltuğa oturmama yer açardı.
Bilirdim ki; istemediği kişileri oraya oturtmayı sevmez, gazete kitapla dolu tutardı. Öyle tuhaflıkları vardı “Macar Usta”nın.
Konuşurken sigarası dudağının kenarında titreşir dururdu. Elleri bir ayakkabının pençesinde, ya da açılmış bir yerinin dikişindeydi. Parmaklarındaki kara lekeler onun çalışkanlığının nişanesiydi. Gene lekeler ve kesiklerle bezeli deri önlüğü onun işinin haritasıydı adeta.
İşine, adına ve ailesine dair sorular sorulmasını sevmezdi. Bunu çıtlatmışlardı bana, onunla tanışmaya gittiğimde. Çantamdaki bir söküğü bahane ederek gitmiştim.
Açık alnını iyice alevlendiren çakır gözlerini dikmiş, kibarca; “Buyrun beyefendi, ben Macar Usta; adınızı bağışlayın,” diyerek kanepede oturacak yer açmış, bir hekimin hastasına davranışı gibi; “Neyiniz vardı, nasıl yardımcı olabilirim size?”diyerek meraklı bakışlarla süzmüştü beni.
İlk anda ürkütücü gelen o bakışların zamanla aşinası olacağımı düşünemezdim.
“Bir çay sunabilir miyim size?”
“Teşekkür ederim. Şu çantamın söküğü için gelmiştim, bir arkadaşım söz etmişti sizden…”
“Bir arkadaş dediğinize göre, dostumuz olmalı. Dostumun dostu benim de dostumdur,” diyerek çantamı istemişti.
İçindekileri çıkarıp bırakabileceğim yer aranırken, kullanılmamış bir poşet çıkararak:
“Buraya aktarabilirsiniz…” demesi şaşkınlığımı iyice artırmıştı.
Kasabadaki ikinci haftamdı. Görüp ettiğim, tanışıp konuştuğum kişilerin içinde hiç böylesine kibar, özenli, dikkatli, işini seven birine rastlamamıştım.
Küçük tezgahı, Singer dikiş makinası, örsü, çekici, makas ve bir dolu alet edavatın dizi dizi sıralandığı duvar, ötedeki ahşap masa onu anlatıyordu biraz.
O ilk adımda ona ve dükkana dair her şeyi görmeniz, tanımanız mümkün değil elbette. Hatta ilk işaretler sizde ona dair merak duygusunu artırıyordu. Ama onda beni kendine çeken konuşma biçimi, davranışı ve nezaketiydi. Bunun yaydığı güven duygusuyla orada, onda kalıp hayata ve işler güçlere dair konuşma isteğini bende uyandıran ise onun şu sözleri olmuştu:
“Yabancısınız anladığımca. Kalıcı mısınız burada? Bir görevle geldiğinizi sezinledim. Hekim, öğretmen, yargıç edanız var …”
“İlki dersem şaşırmayın sakın!”
“Şaşırmak aptallara mahsus, siz gelin sezgi deyin buna.”
“Nasıl çıkardınız peki?”
“Elleriniz, kokunuz ve çantanızla…”
“Macar Usta”nın beni tedirgin eden o bakışları yerini sözlerine bırakmıştı. Sözcüklerinin her tınısında apayrı bir eda, düşüncenin izleri, bilgece bir deyiş vardı.
Ondaki bütünleşme hali, işine sadakatiyle birlikte bunu sevgiyle yapmasının bir göstergesiydi . Ki, bunu da zamanla anlayacaktım.
O ilk karşılaşma ve söyleşmenin yabancılığı, verdiği tedirginlik ikinci üçüncü gelişlerimde yerini sevecen bakışlara, bitmesini istemediğimiz söyleşme zamanlarına bırakmıştı.
Dükkanının yer aldığı arastadan el ayak çekildiğinde biz bize kalırdık çoğunlukla. Bazen de onun dostları, benim yeni tanıdık arkadaşlarım gelir, gecemize katılırdı.
Bir gün gene;
“Arkadaşlar, iyi olacak hastanın hekimi ayağına gelirmiş; dostumuz benim nefesimi rahatlattı. Şekerli çay, kahve ve sigaradan vazgeçmemi kutlayacağız bu gece,” diyerek; yerinden kalktı, kapıyı açıp, çıkıp gitti hiçbir şey söylemeden. Birbirimize bakmış, bir anlam verememiştik gidişine.
“O şaşırtan biridir,” demişti kasabanın yerlisi bir öğretmen arkadaş. Gene onun aile dostu, dünürümüz dediği, Nihat;
“Bekleyin, bir şeyle gelecektir,” diyerek en doğru tespiti yapmıştı. İki eliyle desteklediği bir tepsi, ardından kucağında pidelerle bir fırıncı çırağıyla çıkıp gelmişti “Macar Usta”…
“Kuzu kapamamız hazır. Nevalelerin gerisi dolapta. Bir de testide acı suyumuz var, dem almak isteyenler için,” diyerek meraklı bakışlarımızı adeta sündürmüştü.
“Bu ikram için bahanedir, Ustam kaçıncı bırakış, kaçıncı dönüş…” diyen Mithat’a tatlı tebessümüyle çıkışmıştı:
“Dinine yandığım bizim eksik etek olsa; bıraktım der ceketi alır gidersin, ama sen bu mereti bıraksan da o seni bırakmaz yadigârım.”
Her sözünün ucuna bu tür sıfatlar eklemeyi alışkanlık edinmişti;
Bir gün bunun hoşuma gittiğini söylediğimde; “bu da atadan yadigâr” deyivermişti.
Yöresel deyimler, sözcükleri seçerek kullanırdı.
Yaşama acemisi herkes ondan mutlaka bir şey öğrenirdi. Onunla bir kez tanışmanız yeterdi buna. Size hemen kucak açmasa da; adım adım yaklaşmanıza müsaade ederdi.
Ailesiz, kimsiz kimsesiz biri izlenimini bırakmıştı bende ilkin.
“Hayat bir elmayı soymak gibidir bazen. Ama önce sana soğanı soymayı öğretir. Bunu yapamazsan ötekini hiç beceremezsin. “ demişti bir gün.
Yekten konuşmalarına alışmıştım. Çünkü başladıysa bir kere, sözü bir yere getirecektir mutlaka.
“Bir gevezeleri, bir de aptalları sevmem” derdi. Hem davranışı, hem de sözlü nezaketinden anlardınız onu.
“Bu işleri yaparken, hep başka başka işler de yapıyormuşum gibi hissederim kendimi, düşünürüm de. Deriye dokununca bunun işlendiği tabakhaneler gelir aklıma ilkin, oradan çıkar kesimhanelere, otlaklara uzanırım. Bir şeyin bütün aşamalarını düşünmeyi, bilmeyi, öğrenmeyi severim,” dediği bir gün onunla Ataç’ın “Prospero ile Caliban” denemesini bölüm bölüm okuyup tartışıyorduk. Dahası metni benim okumamı istemişti. Tezgahına kapanmıştı. Üzerine örtüsünü çekti mi anlardınız bunu. Sonra önlüğünü çıkarır, arap sabunuyla ellerini ovarak yıkar; karşınıza bambaşka bir “Macar Usta” olarak çıkardı. O bir süre kendisini görünmez kılmasının sırrını da çözemezdiniz. Bir anda kaybolurdu. Kendisiyle ilgili soru sordurmayan bir hali vardı. Merakınızla öyle kala kalırdınız. Ama bir şeyi konuşup tartışırken sorular sormaya, sizde sorular yaratmaya bayılırdı.
Ataç için; “Severim keratayı, haza ben!” demesine katıla katıla gülerken; “Bu çok narsistçe oldu ama, çaresizim yadigârım, bu topluma eleştirel akıl gerek” deyip önümü gülerek almıştı ağzımdan sözümü.
“Biz öfkelenmezsek, toplumun adam olacağı yok. Eflatun öfke hissettiği için “Devlet” i yazdı. Muhammed de cahil Araplara öfke duymasaydı ‘Kur’an’ olur muydu sanırdınız…”
Ataç’la düşüp kalktığımız günlerin ardından “Aydın üzerine tezler”i okurken öfkesi katlanarak artmıştı.
Onu, bu meraklı haliyle bir yere oturtamıyordum. Geçmişte, kasabada en iyi ayakkabıların onun kalıplarından, elinden çıktığını söylerlerdi. Namı İzmir’e kadar gitmişmiş…
Bir gün, iç çekerek şunu demişti:
“O dedikleri geçmişte kaldı yadigârım; o günlerde kunduracıydık, şimdi onarıcı olduk!”
Gene de, elinden çıkan her işte ustalığını gösterirdi.
“Malzeme de insan gibi bozuldu. Bir zenaat iyi malzemeyle gelişir, kendini gösterir. Hele işiniz el hüneri istiyorsa; kötü mermerden iyi sütun tutturamazsınız. Kötü undan iyi hamur, maya bile tutmaz yadigârım. Bizimki de o iş öyle …”
Dokundurmayı değil, gerçeği dile getirmeyi severdi.
Bakışları sizi ürkütse de, onu sevimli kılan gözleri ve nezaketiydi. Bir söylevci edasıyla Türkçe’yi düzgün kullanması, arada bir aksanına Egelilik havası katması; “Rumelilik başka bir şey yadigârım, Mustafa Kemal’le aynı mahallenin çocuğuyuz” derkenki gönençli edası şu sözleriyle tatlı bir öfkeye dönüşürdü:
“Kerata, az daha ileri baksaydı; tarihin yanında biraz felsefeye ilgi duysaydı, ikinci adamlarını iyi seçseydi, benim gibi şekerli kahveyi sigaraya katık etmeseydi, daha bir çok şeyi karıştırmasaydı hayatına… Biz bugün başka yerlerdeydik. Ne yapsın yadigârım o da bir yalnız adam… Az ömür günden, çok ömür candan sayarmış. Serde Rumelilik var, vazgeçmez hiç ne yardan, ne serden…”
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Ocak 2018)