Modern Avrupa’nın ilk roman yazarı Cervantes, tüy kalemini alıp Don Kişot‘u yazmaya karar verdiğinde 1605 yılıydı ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Hayal gücü uçuşa geçti. Romanlar milyonlarca okura sıradan, rutin yaşamlarından bir kaçış olanağı sundu. Teknolojik olarak mümkün olmasa da kitaplar sayesinde, üstelik rahat koltuklarımızdan kalkmadan, kimi zaman mitolojik aşklar yaşadık, kimi zaman da kralların taç giyme törenlerinde bulunduk. Bazı romanlar da bizi kim ve ne olduğumuza derinden bakmaya zorladı, zihnimizi genişletti, kalp atışımızı hızlandırdı, en tehlikeli soruları sorarak bilinç altına ittiğimiz cevapları bulmamızı sağladı. Bu romanlardan biri de 19.yy’dan beri insanları etkisi altına alan Mary Shelley‘in “Frankestein“ı oldu.
Gerçek şu ki kalem kılıçtan keskin. Öyle ki bugün söyleyeceğiniz sözler gelecek nesillerin algılayış biçimini değiştirebilir. Bu gücü keşfeden birçok yazar edebiyat yoluyla milyonlarca okurun kalbine dokunmayı başardı. O yazarlardan biri de “Frankestein” romanını henüz 19 yaşındayken yazan Mary Shelley. Bunu öğrendiğimde “vay canına! 19 yaşında genç bir kadın nasıl olur da bu kadar derin bir roman yazabilir” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü “Frankestein” bir korku ve bilim kurgu kitabından çok “farklı” olanın varoluş mücadelesini anlatan derin bir roman.
Yazarı Mary Shelley’e gelince kayıplarla dolu bir hayatı olduğunu söyleyebiliriz. Annesi doğumu sırasında ölünce, yazar olan babası tarafından büyütülen Shelley, her yazar gibi çocukluğunda “hayalci” olmakla suçlanır. Anne sevgisi olmadan içe kapanık geçen çocukluğunu sürekli kitap okuyarak, hikâyeler yazarak geçiren Mary, 15 yaşında, dönemin en gözde romantik şairlerinden Percy Bysshe Shelley’e aşık olur. Percy Shelley’in evli olması bu ilişkiyi imkansız kılar. Fakat Mary toplumun baskısına boyun eğmeyerek aşık olduğu adamla İsviçre’ye kaçar. Babası William Godwin’in bu ilişkiye şiddetle karşı çıkmasına rağmen iki sevgili, Percy Shelley’in eşinin ölümünden sonra Londra’ya dönüp evlenirler.
1817 yazında İngiliz şair Lord Bryon ile kocasının, Dr. Erasmus Darwin’in araştırmaları hakkındaki sohbetleri Mary’nin ilgisini çeker. Çünkü o yıllarda insan bedeniyle ilgili bilimsel buluşlar büyük heyecan uyandırmıştır. “Bilim ölen birini tekrar hayata döndürebilir mi?” Bu konuları dikkatle dinleyen ama sessiz kalan Mary Shelley o gece uyuyamaz. Rüyasında Frankestein’ın hikayesini bir film gibi izler. Dehşet içinde gözlerini açtığında ilk düşüncesi kendisini bu kadar etkileyen bir hikayenin başkalarını da etkileyeceği olur. İçinde yazmak için karşı konulmaz bir istek duymaya başlar. Kitap yayınlandıktan sonra, son iki yüz yıldır romantizmin belki de en yaratıcı eseri olarak kitapçıların rafından eksik olmaz.
Frankenstein ya da modern Prometheus kuşaktan kuşağa bir korku klasiği olarak aktarılsa da, aslında Mary Shelley, bu roman ile toplum dışına itilen farklı insanların acıklı öyküsünü anlatır. Romanın kahramanı Dr. Victor Frankestein hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yaratmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı ister. “İnsanlık, insanın kendisi tarafından yaratılabilir mi?” Bu sorunun cevabını bulmak için çalışmaya koyulur. Deneylerinin sonucunda bir canlı yaratır ama yaptığı deney kontrolden çıkar. Yarattığı canlıdan korkar ve kaçar. Yaratık ise neden insanların ondan korkup kaçtıklarına anlam veremez, onu yaratanı bulup hesap sormak ister. Roman, bu yönü ile yaratığın tanrısına baş kaldırmasını işler; “Madem beni sevmeyecektin, neden yarattın?”
Romanda yaratık olarak belirtilen karakter aslında yeni doğmuş bir bebek gibi içinde iyilik ve saflık barındırır. Bu karakteri ben Notre Dame’ın kamburuna benzetirim hep. İkisi de fiziksel olarak farklıdır ve toplum tarafından dışlanır. Kitap bu anlamda felsefi birçok gönderme barındırır. Aslında ezilen, sömürülen, aşağılanan, ötekileştirilen insandır bu “canavar”. Onu aşağılayanlardan bunun hesabını sorma cesaretini kendinde bulur ve kendisini yaratan Dr. Victor’a “Dikkatli ol! korkusuzum ve bu yüzden güç bende.” diye meydan okur.
Tanrılar Okulu adlı kitabında Stefano D’Anna’nın da sıkça söylediği gibi, “Düş, en gerçek şeydir”. Hayal ettiğimiz her şey ona inançla bağlanırsak eninde sonunda gerçekleşir. Dr. Victor’un başına gelenler bize, kendi yarattığımız hayalin kurbanı olmamak için kurduğumuz hayalin bütünün hayrına olduğuna emin olmamız gerektiğini hatırlatır.
Kitabı okumak yerine bu yıl vizyona giren filmi izleriz diyenler çoğunlukta. Daha önce birçok kez sinemaya uyarlanan roman, tekrar beyaz perdeye uyarlanarak gündeme geldi. Ancak hem önceki film uyarlamalarının hem de yenisinin kitapta anlatılan felsefeyi tam olarak yansıtmadığını düşünüyorum. Mary Shelley’in edebiyatın zirvesinde dolaştırdığı ve zirveden sarsıcı manzarayı izlettirdiği “Frankestein”, sağlam hikayesi ile okunmaya değer bir roman.
Zuhal Demirarslan – edebiyathaber.net (11 Kasım 2015)