“Uçuyordu kalbimiz,
rüzgâr saçlarımızı sokak aralarında savururken.”
Uçurtma uçurmanın heyecanını bilmeyen var mıdır? Bu dünyanın adaleti varsa yoktur. O toz pembe heyecanın içi hep burukluk dolu. Filmlere bakın “Uçurtma Avcısı”, “Uçurtmayı Vurmasınlar” ve bilmediğimiz nicesi… Rüzgârın uçurtma kıvamına gelmesini beklersin, tam geldi derken, sevinçle koşarken yukarda bir şeyler oluverir; dallara mı takılır, iplere mi dolanır? Orda hikâye de başlar işte, anlatır durursun, anlatır dururlar, öğüdünü almadan gitmez kimse, gidemez.
İki küçük hanım bir kasabada masallar dinleyerek büyüyor, hayatı bir manzaradan içiyor, yatılı okul için şehre gidiyor. Mahir Efendi’nin Papağanı anlatıyor da anlatıyor. Siz karışmayın diyor anlatacağım, size de söz veririm belki zamanı gelince. Yazı, kışı, Kıl Haydar’ı, Hatmi Nene’yi, Kuş Ev’i, Lale’yi, ağlayan ıhlamurları… Bir kasabayı, sayısız insanın yarattığı mazarayı izliyoruz Arzu Alkan Ateş’in kaleminden. Hayatın gerçeğini anlatan kısa öykülerden oluşuyor eser fakat hepsi birbirine bağlı, dikiş izi gözükmüyor. Heidi’nin çayırlarda koşuşu kadar masum ve sevinçli başlasa da hüznü, acıyı derininde saklıyor demek yanlış olmaz. Fonda Pink Floyd var: Shine On You Crazy Diamond.
Alakarga Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan Mahir Efendi’nin Papağanı, bir nevi anıları yad etme, kötülükten kaçıp eskiye, kalbe sığınma hikayeleri. Toplam yirmi altı kısa öykü var kitapta ve her an doğanın izini sürmekteler. En etkileyici öykülerden biri “Kuş Ev”, göçen bir ailenin ardından söylenenler. Perçem Kız ve Uzluların Genç Beyi, dağın yamacından İstanbul’a uzanan bir hayat; geri dönüşler, hüzünler, acılar, Karadeniz’den esintiler de var: Kuş evin dinmeyen iniltisi hayatımızın içine doğru, yayıldıkça yayıldı. Herkesin bir şeyleri hatırlamaya ve anlatmaya başlamasıyla kuş evin kapıları aralanmaya başladı. Başkalarının hayatını neden bu kadar merak ederiz? Kapıların kapalı kalması ruhumuzu hapseder belki de, onlar aralandıkça rahatlarız, iyi niyetle… Yakup Dede, Uzluların Genç Beyi’nin yaramazlıklarını anlattıkça meraklanıyor gençler, kikirdiyorlar; bir yandan da hüzün bırakmıyor peşimizi: İnsan çocukluğunu doğduğu yerde geçirmezse, yabancı kalırmış kendine. İki küçük hanımın gençliğinin baharı uçurup götürüyor bu hüznü, elbette tekrar döndürmek üzere.
“Kabil’in Soyu” adlı öyküde ise Seher Nene ve ‘mora’lar bizi karşılıyor. Böğürtlene Samsun, Trabzon dolaylarında ‘mora’ derler. Rengarenk başlıyor öykü, güneş tepede, her şey yolunda, reçel için kim daha fazla mora toplayacak diye yarışmak ve heyecan dolu yamaçlarda gezinmek. Doğa sizi kucağına almış sarmalarken, iki genç kızın hikâyesi Karabaş’ın insanlara küsmesiyle kırılıyor. Bir kediye işkence edip bununla eğlenen insanlar ve Karabaş’ın yardım çabası: Bir hayvanın kalbi olduğunu o gün anlamıştık. Hayvanların da kalbi kırılabilir, onlar da hayata küsebilirdi. Ki Karabaş o günden sonra insana küsmüş, kafasını yerden kaldırmaz, gözlerimize bakmaz olmuştu. İnsanın varoluşundan bu yana Doğa Ana arkamızdan ne çok bağırmıştır, ne çok azarlamıştır bizi kim bilir. Şevkatle söylediği de olmuştur mutlak fakat yüzümüze söylüyor çok zaman artık, işitmiyoruz.
Mahir Efendi’nin Papağanı’ndaki çocukluktan yetişkinliğe varan sevinç ve hüzün dolu öyküler bunlarla sınırlı değil tabii. Eser sizi kimi zaman Dede Korkut’a götüyor, İlhan Berk’e selam ediyor, başka eserlerle de metinlerarası ilişkiler kurarak geçmişle kendi gerçeğini güçlü bir zeminde birleştiriyor. “Ben anlatıcının” hakimiyeti, söz hakkını elinde sıkı sıkı tutuşu en başta okuru zorlayabilir fakat o duygu yoğunluğuna ve hatıralar denizinin derinine başka türlü inmek belki de olanaksızdı. Öyküler biribirini takip edip kaynaştıkça bir kadın kahramanın dokunuşu her zaman mı daha naif, her zaman mı daha durağan diye sorular sormak mümkün. Neden mi? Bir kadın acısını bağırabilsin, sevincini kahkahalar içinde söyleyebilsin; sesini yükseltebilsin umudundayız. Ne varsa aksın dışarı, ne varsa: öfke, sevinç… Kağıtlarda ya da kendini ululamaktan etrafı göremeyen erkin elinde kalmasın bu. Bazen zaman değil, söylemek, haykırmak en iyi ilaçtır.
Cemre Bulut – edebiyathaber.net (1 Ekim 2020)